Sayfalar

21 Aralık 2014 Pazar

Tamtakır kurabiyelerden daha yumuşak bir yaşın olsun, güzel kardeşim..

Bugünde bir pazar.. Noel kurabiyeleri yaptım ilk kez.. Hiç güzel olmadı.. Kupkuru, tamtakır bir şey oldu.. Aldım o kupkuru, tamtakır kurabiyelerden bir tane, birde kahve, çıktım balkona.. Volkan Konağın bir şarkı sözü aklıma geldi. "Habu yediğim ekmek, kaderimden katı" mıydı neydi. Öyle bir şey işte:)) sonra daldım 21 Aralıklara.. 

21 Aralik, günlerden Serdar..
Yine böyle bir pazar günüydü.. Üstelik ayın 21 i, ve aylardan Aralık'tı.. Bugünkü gibi güneşli değildi hava.. Kar yağalı bir kaç gün olmuştu, kirli kar erimek üzereydi.. Gri bir hava vardı. Annemin üzerindede kırmızı fitilli kadifeden askılı bir hamile elbisesi, kışlık.. Birde yazlık elbisesi vardı mor küçük çiçekli, incecik ifil ifil.. Annem doğumdan sonra bana verecekti o elbiseyi, bende altında bot giyip hippi gibi dolaşacaktım.. 

Dördüncü çocuğu olacağı için daha büyük bir eve taşınalı iki hafta ya olmuştu, ya olmamıştı.. Annem akşama sabaha doğurabilirdi. Köşeli koltuk, ikinci elden bir yemek masası vardı. Kırmızı deri miydi, yeşil deri miydi pek hatırlamıyorum.. Hiç sevmiyordum o köşeyi.. Belki o yüzden unuttum.. İşte o masada o günde kahvaltı etmiştik.. Sıradan bir kahvaltı.. Akşam saatlerinde apar topar hastaneye gitti annem..

Hastane evimizin penceresinden görülecek uzaklıktaydı. 4. çocuğunuda diğerleri gibi 3-4 saatte doğurmuştu.. Ama biz nedense gitmemiştik. Gece bi ara kalkıp pencereden hastaneye baktım.. Her zaman ki ışıkları yanıyordu..Sonra annemlerin yatak odasının kapısını araladım, baktım baba yatıyor.. Kapyı aralayınca bana doğru baktı, demekki yenice gelmiş ve henüz uyumamış.. "Kardeşim doğdu mu" dedim.. Evet, dedi.. Kız mı, erkek mi, dedim.. Erkek, erkek dedi.. Kapyı kapattım, yatmaya gittim. Ertesi gün hep birlikte ziyarete gittik.. Annemin güğsünde bir big baby.. 4,3 kilo doğmuş. Doktoru rapora "big baby" diye not etmiş.. Nasıl güzel bir çocuk.. Anne çok mutlu.. 5 yaşında bir kızı daha vardı annemin, eteğinden ayrılmayan. O gün o küçük kızının başını okşarken, yeni doğan bebeğini emziriyordu. 14 ve 15 yaşında olan ben ve abim yatağın alt tarafında onları izliyor, yatağın ayak ucunda yazan isme bakıyorduk. Anne ve çocuğun ismi vardı.. Sabiha+Serdar.. Serdar koymuşlardı adını. 

21 Aralık'ta doğmuştu Serdar. 22 Aralık'ta biz ziyaretine gitmiştik.. Annem gayet sağlıklı bir şekilde, bize dedi ki, yarın ameliyat olucam. Niye, ne ameliyatı diye soramadık.. Lal olduk sanki.. O gün onu son kez göreceğimiz aklımızın ucundan bile geçmiyordu.. Neyse o konuya girmeyceğim... Bu gün 21 Aralık. Ve yine bir pazar.. Üzerinden onlarca yıl, yüzlerce ay, binlerce pazar geçti.. Ama bazı günler unutulmuyor, hele o gün hiç unutulmuyor. Annemin bütün elbiselerini dağıtmıştık, ama o mor elbiseyi ben yıllarca giydim.. Söküldü, yırtıldı, ama ben diktim yine giydim. Olsa hala giyerim.. 

Evet bugün 21 Aralık.. Kardeşimin doğum günü.. Annemin son eseri.. 
Ona ne yapsam hep eksik gibi. Uzaktan sadece sevdiğimi söylemekten başka bir şey gelmiyor.. 
Geçen yıl "imza ben" kitabinda ona bir mektup yazmıştım. Oğullarımada yazmak istiyordum.. Kime yazsam diğerine haksızlık olur diye düşündüm.. O zaman bende hem Serdar'a hem oğullarıma yazdım. Elbette edebiyat tarihinde çokta önemi yok.. Ama bizim edebiyatımızda yeri büyük.. Serdar çok mutlu oldu mesela.. Amaçta buydu.. 
Kardesime yazdigim mektup.. "Imza Ben"
Ondan önceki bir senede herkesten Serdar'a mesajlar topladım.. Herkes kısa kısa yazdı, ve bende buradan yayınlamıştım.. Onada çok mutlu olmuştu mesela. 

Habu yaptığım kurabiyelerden daha yumuşak ve çok daha güzel yaşların olsun, güzel kardeşim.. 

evet, utanmadan bu fotoyuda ekleyim.. Kitir kurabiyeler:))

30 Kasım 2014 Pazar

Banu Alkan'la nasıl arkadaş oldum...

Banu Alkan, Zürihteydi..
Bugün Banu Alkanı gördüm televizyonda. Görür görmez bir arkadaşımı görmüş gibi "aaaaaaa" dedim. Mış gibisi fazla, arkadaşız biz onunla:) evet.. Şöyle başladı bizim arkadaşlığımız.. 

Iki üç yıl önceydi herhalde.. Zürih'te bir restorana davet edilmiştik.. Otantik, fasıllı masıllı bir restoran. Ama garson yok.. Fixmenü, Selfsservice. Tabağın bittikçe gidip alıyorsun. Baktım tam karşımda bir kadın, leopar föterli, sarı saçlı, pembe saten pantolonlu bir kadın tabağına soğuk mezeler alıyor. Kocamın kulağına, şu kadına bak ne kadar Banu Alkan'a benziyor dedim.. O zaten, dedi. Bizi davet edenlerin kadın olanı İsviçreli, ama eşi Türkiyeli. Aaa, Banu Alkan'da buradaymış dedim.. O kim dediler:)) hadi kadını anlayabilirim, isviçreli sonuçta. Adamda tanımıyormuş.. Haklısınız tanımanız gereken biri değil dedim.. Neyse biz yemeğe devam ettik, oralı olmadık falan. Zaten ben değil Banu Alkan,  Tarık Akan'ı, Şener Şen'i, görsem yine aynı davranırdım. Nejat İşler'i görmüştük bi ara Gümüşlükte. Bazı ünlülere denk geliyorum bazı yerlerde. Ama gidip onlarla bi fotoğraf çekilmek bana basit bir tavır gibi geliyor. Ki kesin bıkmış ve usanmışlardır bundan. O yüzden uzaktan bakar, hiç oralı olmamaya çalışırım.. 
Neyse, restoran kalabalıklaştıkça onu tanıyanlar ellerinde telefon koşturuyorlar. Banu Alkan'da hiç rahatsız olmadığı gibi zevk alır gibi pozlar veriyor.. Yanında bir kadın var. Iki kadın gelmişler. Malum sigara içilmiyor, dişarı çıkılıyor sigara içmek için. Dışarı sigara içmeye gittiğimde yanındaki kadında çıktı. Sigara içiyoruz, salak salak durmaktansa konuşmak iyi olur dedim.. Banu Alkan arkadaşınız mı dedim. Evet, uzun yıllardır arkadaşız, her yıl ziyaret eder, ve bende kalır dedi. Herkes fotoğraf çekilmek istıyor, rahatsız olmuyor mu? Hayır, dedi. Bilakis, çok mutlu oluyor.. Hatta bir tek sizin masadan hiç ses çıkmadı buna üzüldü, dedi.. Aaa, öyle mi? dedim, o zaman birazdan giderim yanına:) içeri geldim, ben daha yanına gitmeden bizim masada bulunan rakıdan bir kadeh istedi.. Şişeyi kaptığım gibi gittim Afroditin yanına:) 


Meger Banu Hanim benimle fotograf cekilmek istiyormus:))
Bebeğimmm, dedi bana.. Hoşgeldiniz, dedim.. Sizi elbette tanıdım, ama rahatsız etmek istemedim, dedim.. Hiç olur mu öyle şey, dedi.. Mutlu olurum.. Sonra yanında oturan eşin mi? Dedi.. Evet, dedim. Çok yakışıyorsunuz, dedi.. Hadi canımm! Demedim:) Belliki o benden daha çok eşimi beğenmişti:) neyse oturdum masasında biraz, sohbet ettik. Bi şey söylimmi? Hakkaten samimi, ve içten bir kadın. Tv lerde gördüğümde sinir olurdum önceleri, ama artık olmuyorum. Zararsız bir kadın. Ona varana kadar çok daha neleri var. Ha, gündemden düşmeseydi hala böyle samimi olur muydu, bilemem. Neyse biz arada bir sigara içmeye çıktığımızda oda çıktı. Puro içiyor kendisi. Samimi olduk iyice, eşimde var. O'na beni Cenevre'ye götürsene dedi. Benim Kocada, Cenevre'de bir şey yok, gel seni Bern'de gezdirelim, dedi. Sen diye hitap ediyor. Gerçi Banu da bize sen diye hitap ediyor. Benim kocam hiç kimsenin yanında ezilip büzülmez, yada gereksiz bir nazikliğe bürünmez. Neyse o dur.. Yani herkese aynıdır. Ben insana göre ayarlarım şerbetin tadını. Sonra tekrar içeri girip masalarımıza oturuyoruz. Sonra bunlar kalktı, Banu hanım bizim masaya geldi, bana, yaz telefon numaramı, dedi. Oradaki bir peçeteye yazdım o numarayı.. Ben bana özel numarasını verdi diye sevinirken, eşime döndü, telefon numaranı versene dedi:) oda verdi. Ulan dedim, ben bu çektiğim fotoları paparazilere vermez miyim? :)) evet vermezdim. Samimi, içten, "denişik" bir geceydi.. 
Bilmiyorum eşimi aradı mı, aramadı mı?  Aradiğını söyler zaman zaman:) 
Ama ben onu hiç aramadım. Arasam ne konuşacaktım ki? Neyi paylaşmıştık hayatta? Bir yıl geçmişti aradan.. Kızkardeşim geldi. Einstein kaffede oturuyoruz, ve aynı adı taşıyan birayı içiyoruz. Bu hikayeyi antattım. Du bi telefon edeyim bakalım, doğru numara mı dedim. Güya eğlenicez, yada kızkardeşime kanıtlayacağım onunla tanıştığıma.. Ya o değilse diye bir korkum da var, sonuçta atıp tutmuşum kardeşime:) Telefon çaldı çaldı. Sonra şuh bir ses.. Alooo, dedi. Banu hanım merhaba, dedim. Merhaba dedi. Sizi isviçreden arıyorum, hani dedim Zürihte bir restoranda tanışmıştık, adım şu.. Ha, evet hatırladım, S.... nın eşisin dimi, dedi. Evet, dedim. Hani bi güzel Harmandalı oynamıştınız, nasıl unuturum sizi dedi. Bebeğim, istanbula gelince beni ara, mutlaka görüşmek isterim dedi. Tabi ben hiç aramadım. Zamanımda olmadı açıkçası.. Ama, böyle tv lerde falan görünce ona eskisi gibi ön yargılı değilim kendisine. Neyse o işte.. 

Bu akşam onu görünce bu anımı da yazmak istedim anılarıma..

O bizim Banu'muz Alkani'miz...

23 Kasım 2014 Pazar

Pıtırak mı? Sarmaşık mı?


Ne güzeldir Sarmasik gibi olmak..
Pıtırağı bilirmisiniz? Istenmeyen dikenli bir ot'un meyvaları veya tohumları. Dikenimsi.. Ele batar, hem acıtır, hem acıtmaz arası birşey. Aslında koparıp atması o kadarda zor değildir, ama zaman gerekir.. Oturup tek tek ayıklaman gerekir. Bu pıtırak denilen sevimsiz ot, işlenmeyen topraklarda çok çabuk türer. En çokta koyunlara yapışır bu pıtırak.. O kırkılan koyunların yünlerinde ayıkla ayıkla bitmez.. 

Almanya'ya geldiğimde Türk sınıfı vardı. Önce almancayı orada öğrenip Alman sınıfına geçiyorduk.. Şimdi yok öyle bir şey. Neyse orada Türkçe öğretmenim vardı. O'nun şu sözü hiç aklımdan çıkmaz.."Doğada olan şeyleri kendi hayatınızla özdeşleştirin, doğa çok şey öğretir, çok ders verir görebilirseniz" demişti. Örneğin bir arıyı, bir karıncayı düşünün ve ne kadar benzeşiyorsunuz" demişti. Benim kulağımda hala küpedir. Ve bana hep ışık tutar onun bu sözleri. 

Pıtırak, geldi bu akşam aklıma. Bilirsiniz zaman zaman ben hep geçmişime giderim. Çocukluğumdan bilirim pıtırağı.. Paçalarıma yapışır, batardı.. Ninem, kapının önünde eve gelmeden, oturur, "İşe yara bişe osa bu gada omaz, şuna bak nerdeyse götüme gada çıkacak baksana bi" diye hem söylenir, hem ayıklardı tek tek..

Düşündümde, Türkiye tam bir pıtırak tarlasına dönmüş.. İçinde dolaştıkça hertarafına batan, yapışan bir pıtırak tarlasına. Nerde yetişiyordu bu pıtıraklar. İşlenmeyen yerde, hızla çoğalan.. Bunlardan öncekilerinde suçu var. Demekki, hepimizin suçu var.. Biraz fazla nadasa bırakmışız bu tarlayı...Nasıl kurtuluruz bu pıtıraklardan? Önce  paçalarımızdakileri tek tek ayıklayacağız, sonrada o toprağı işleyeceğiz.. Yada üstümüzdekileri çıkarıp, ve o tarlayı çifte sürüp bütün dikenleri alaşağı edeceğiz.. Zor bir süreç evet.. Ama başka çıkarı yok.. Yada pıtırak tarlasında yaşayacağız.. 

Birde o pıtırakların arasında, yada taşların veya kayalıkların arasında baş kaldıran güzel çiçekler vardır. Onları görmek ve korumak gerekir.. Etrafındaki pıtırakları kopararak.. Bu çiçeklerin adı, Ermenek'teki Recep amca, ve Ayşe ana, ayazda ölen Ayaz bebek, Van'da Muharrem bebeğin cesedini taşıyan baba, gezideki Ethem, Mehmet, Abdullah, İrfan, Medeni, Ahmet, ve Berkin.. Daha ne çiçekler var, hergün bir yenisini koparılan. Bunlar hafızalarda kalan taze çiçekler.. 

Yaşamak istiyorsak pıtırak gibi değil, sarmaşık gibi olmalıyız.. Beton duvarları bile saran bu sarmaşıklar gibi.. Hoşgörülü, saygılı, sevgili, renkli, espirili, dayanıklı, sabırlı, tutkulu, inançlı. 


18 Kasım 2014 Salı

Makarnayıda ben buldum zaten dedi, Zehraaba...


Çıkan aşam pek güldüm gaşım gı. Aslına bakasan ağlanacak halimize güldüm..


Seybalara gittim gene ben.. "Gene gene ne işin va Seybalarda" dedi bem adam. Zehraaba, gışlık makana (makarna değil, makana) ve erişte kesecez, gelde parı yardım edive dedi, dedim. Hinci gitmesen ayıp olu, gonşuluk yerde. Bizim adamın aşam yimeğini gurup kaldırasıya, millet çoktan toplaşmış Seybalarda. "Selamneleyküm, berekatlı osun, golay gesin" deyerek oturdum galan Zehrabanın yanına.. Gadınların hem ağızları işleyo hemde elleri, maşallah.  Hatırt hatırt makana kesip durulla. Herkes gündemden pek bihaber. Eskiden radyondan "arkası yarın"ları dinleyerek, yurttan sesleri dinneyerek kesedik bu makanaları.. 

Adamlada sedire oturmuşla hoşaflık alma keseken bi yandanda ajansları dinleyibatla. Eşref amca Muhtar çakmağını çıkardı, avucuna aldı, tabakasından bi cigara çıkarttı, emme yakmayı unutmuş gibi, gözleni  televizyona dikti, "acık susun bi" dedi. Sonrada başladı gülmeye.. Zehraaba, "deli bu adam be" dedi. "Noodu, Eşref amca, neye gülüyosunuz" deye sordum.. "Amarikayı Müslümanla keşfetmiş" dedi. Kristof Kolomb deye bir adam varımış, tee sonadan Amerika'yı keşfetmeye gideken, Kuba tepelende cami gömüş, ben oraya hacca giderin galan" deye gülmekten ağnadamayoda. Zehraabaya sordum, "ne deyo bu Eşref amca" dedim. "Sen işine bak, hadi birez elin çalışsın, hıştınma, hiç emeyara bir laf çıkmaz onun ağzından" dedi. Eminaların Fakriye aba, "gı gulaklarınızda mı eşitmeyo, Eşref amcam değil, koskoca Cumhurbaşkanı söyleyo bunu" dedi. Zehraaba geri galı mı? "O zaten memlakatın en goca delisi, her s....  hıyar deyene bir topak duzunan goşmayın, işinize bakın" deye azarladı hepimizi. Emme susmayo, gocası Eşref amcaya mı gızoyor, yoğusam ötekine mi annayamadım. "Gı, Zehraaba, neye bu gada gızdınız?" dedim. "12 yıldır hep seviyodunuz, bu adamı musallat ettiniz başımıza, hinci ciyak ciyak bağırmanın alemi yok, böğün bunu söyler, yarın ben peygamberi efendimizinen ana tarafından akrabasiyin der, siz sersem s.. tohumlarıda, bir topak duz alır gene goşasınız peşisıra" dedi gı!! Pek zoruma gitti.. "Biyocuk bile rey vemedim, emme benim adam mani (habire) ona veriyor" dedim. "Iyi, git sende ona ver" dedi.. Neyi kime vereyim?  Bu yaşıma gedim demek günahımış, emme bu yaşıma gedim, töbe osun ağnamadım ben, Zehraaba ne dedi?

Hiç oralı omadan, hırt hırt, makanaları keseken, Zehraaba dedi ki; " zaten makanayıda ne İtalyanlar, nede Çinliler buldu. Ben buldum, hadin elleniz çalışsın, kesin" dedi. Ne dediğini gene ağnamadım, emme habire kestimde kestim. Elimide kestim. Sona o küccük aklım başıma mı gedi bilmen, beni bi gülme tuttu. Ben güldükçe, Eminaların Fakriye aba, Aşaevlerin Safiye gelin, Nezaket gız, çayırın Mürvet gızınan, Aşa gelin, ötebaşların Huri gız, Damgacıların Hayriye gelin, Öteevlerin Akanım, hiç gülmedikleri gada güldüle.. Zehraaba "sırat köprüsünü geçtinizde mi bu gada gülüyorsunuz" dedi.. "Sırat köprüsünü geçmedim emme, Cuba'ya gidip o camide namaz gılacan, sonrada Fidel amcamınan puro içecen"dedim. "Allah akıl fikir vesin" dedi Zehraaba.. Âmin, dedim.. 

(Mudurnu şivesi ile yazilmistir)

16 Kasım 2014 Pazar

Onu çok özlüyorummm..

her sabah basucumda uyanirdim..
Hayvan sevgisini abartarlanlara içimden "deli mi ne, bunlar, hiç başka dertleri yok mu? derdim. Öyle değilmiş meğer. Ben bir kediyi çok sevdim.. Hatta aşık oldum.. Şaşıranlarınız olabilir. Olsun.. 

Kedileri zaten severdim de, bu kediyi başka sevdim. Hatta daha önce Almanya'dan kaçak yollardan getirdiğim Zeytine (Zeytinin Hikayesi) bile bu kadar bağlanmamıştım.. Ev kedisi olmak istemiyordu Zeytin, özgür ruhluydu.. O gittiğinde bu kadar özlememiştim. Sanırım sevgimiz karşılıklıymış. 

Ama Boncuk kendi isteği ile çıktı geldi balkondan. Önce ürkek ve şaşkındı. Sonra hemen alıştı.. Hergün bizdeydi. Bacaklarımıza sürtünüyordu, kafasını kaldırıp yukarıya "seni seviyorum bakışları" ile bakıyordu. Oğlanların kapısını çalıp bekliyordu kapı önünde. Onlar ders yada bilgisayar başındalarsa gidip çalışma masalarının üstüne yatıyordu.. Taylan matura tezini ona anlatarak çalıştı.. Sınav günü arkasından gitmişti, hatta baya uzağa gitmişti. "Taylan, bu kedi peşimden geliyor, napiyim? Diye bana mesaj atmıştı. Sana bol şans diliyor, gelir o geri, dedim. Sonra bir hafta falan gelmedi.. Taylan kendini suçladı, keşke o sabah geri getirseydim, kesin başına bir şey geldi, diyordu. Üzülmüştük hakkaten. Sonra bir hafta sonra çıktı geldi.. Nasıl mutlu etti bizi. Bizi nasıl seveceğini bilemiyordu. Başını öyle sıkı sürtüyordu ki, başımıza, ayağımıza, sanki yapışmak istiyordu. Sıra ile hepimize ayrı ayrı. Sonrada oyuncak fareleri işe şımarıyordu. O günden sonra balkon kapısını hep açık bıraktım. İstediği gibi girsin çıksın diye. Havalar yavaştan soğuyordu, balkon açık olduğu için üşüyorduk ama kedi sevgisi ile ısınıyorduk. Biz uyurken gelip yanımıza kıvrılıyordu. Uyuyanı hiç rahatsız etmiyordu. Zeytin öylemiydi, korkardık biz ondan. Uyuyanın üstüne atlardı panter gibi:) kapıyı, pencereyi sıkı sıkı kapatır öyle yatardık o varken.. 

Çok sevdik biz bu Boncuk kediyi. Yani öyle böyle değil. Adını bilmiyorduk ama biz ona ninemin akıllı kedisinin adını verdik. Boncuk. Ninemin cenazesinde bulunamadım, ama orada olanlar anlatır, ninemin tabutunun başından hiç ayrılmamış:( bi dahada gören olmamış.. 

İşte bizim bu kapımızı çalan Boncuk, nerdeyse 2 haftadır gelmiyor yine. Ilk günler oralı olmadık. Çünkü bi ara aynı şeyi yaptı ve kendimizi suçlamıştık.. Geri gelmişti ya, oh bi daha gelmesede olurdu, diyorduk. Ama arada bir mutlaka uğrardı. Çünkü bizim onu sevdiğimiz gibi, oda bizi çok seviyordu. Dili olsa bu kadar anlamlı söyleyemezdi. 

Evlerine bakıyorum, cam pencere kapalı.. Jelozinler dahi kapalı. Taşınmış olabileceklerini düşündüm. Gittim kapı zillerine baktım, isim duruyordu.. Bugün aşağıda siteden sorumlu olan "hausmeister" i gördüm. Ondan habersiz kuş uçmaz çünkü.. Görür görmez, tuttum kolundan, "size bişi sorcam" dedim. Akşam üzeri, iki dirhem bir çekirdek giyinmişler karı koca, ellerinde çiçekler, kızlarına yemeğe gidiyorlar. Normalde selamlaşır, geyik yaparız. Beni ciddi görünce, gözlerini açtı, kafasını birden geri çekti, hayırdır der gibi. 

Bİze bir kedi geliyordu balkondan bir kaç aydır.. Artık gelmiyor, bu siteden taşınan oldu mu? dedim. Siyah kedi mi dedi? Yok dedim. Ha küçük tiger gibi olan, dedi.. Evet, evet işte o dedim. Siyah kedide, diğer tiger gibi olanda aynı kişiye ait, dedi.  Bak nasıl biliyor herşeyi, dedim içimden. Adam herşeye hakim sitede, ama iyiki öyle diye sevindim. Dedi ki, hayır taşınmadılar. Ohh bi sevindim bi ara. Ama, dedi.. Aha, dedim şimdi kötü bir şey söyleyecek.. Sahipleride arıyor iki haftadır, siyah kedileri duruyor ama o küçük sevimli kedi yok, dedi.. İçim cızz ederken, kedi yiyen insanlar var, dedi şak diye. Keşke tokat atsaydı. Benim şimdi gitmem lazım, dedi ve gitti. Ben dişarı çıktım. Hava yağmurlu, sisli, soğuk.. Bakındım etrafa.. Boncuuk, diye seslendim, arandım.. Yok. Yok.. :((

Eve geldim, onunla oynarken çektiğim fotolara, videolara baktım. Evet, ağladım.. Ben bir kedi için ağladım. Evet, dünyada çok daha kötü şeyler oluyor.. Farkındayım.. Ama bu benim birebir yaşadığım, dokunduğum, hissedebildiğim, sevdiğim yaşayan bir canlıydı. Benim gibi, senin gibi, bir ağaç gibi, bir çiçek gibi, bir ot gibi hatta, onunda yaşam hakkı vardı.. Umarım hala var. Umarım macera peşindedir. Umarım bir gün yine çıkar gelir. Umudum çok az aslında. Çünkü buralarda sokak hayvanları hiç yok. Başı boş ne bir köpek, ne bir kedi, nede başka türlü hayvan yok.  Başı boş dolaşan sadece sinekler, sivrisinekler, kuşlar, ve arılar. 

Sadece bir hayvan, sadece bir kedi deyip geçemiyorum ben bu sefer.. 
Benim boncukla hayalerim vardı. Çocuklarım büyüdü. Kızkardeşimin yeni bebeği oldu.. Adı Mila. O biraz büyüyünce bize geldiğinde sevineceği bir şey var diyordum. Annesine, teyzeme gidelim, diye tutturur diyordum. Bunu, Boncuk yapacaktı benim için. Ben şimdi artı bir emek vermem gerekecek:)) şimdi bu satırları yazarken gülümsedim:) Mila bebek artık benimle oynayacak:) ama kedi ile üç kişi olacaktık:( 

Böyle işte.. Hakkaten üzgünüm.. O kedi, o Boncuk yine gelir dimi? Gelmese bile en azından yaşıyordur dimi??? 
Oyuncak fareleri ve ben kapi acik bekliyoruz. hava soguk, ayklarim buz gibi.. olsun.. belki gelir..


8 Kasım 2014 Cumartesi

Bunların kökü nasıl kazınır?

Bir tatil sonunda ülkeye veda etmeden bir kac saat önce..
O sicakta, agustos böcegi ile yesil gövdeleriyle bas kaldiran zeytin agaclari.
Bugün çok huzursuzum, mutsuzum, çaresizim, öfkeliyim. Ne yapacağını bilemeyen deli danalar gibiyim.. İçimdeki öfkeyi durduramıyorum! Lütfen bana yardımcı olun, siz nasıl durduruyorsunuz o içinizdeki öfkeyi? 

Ağaç sevgisi nasıl öğrenilir ki? Bu öğrenilmez, zaten vardır. Tıpkı anne, baba sevgisi gibi, kardeş sevgisi gibi, arkadaş sevgisi gibi, çocuk sevgisi gibi, hayvan sevgisi gibi.. Bunlar yaşamın olmazsa olmazıdır, yaşarken öğrenir ve seversin. Yaşamı güzel kılarn şeylerdir. 

Çocuktum, her ağacın adını, ninemden öğrendim. yaprağını elledim, kokladım. Söğüt ağacının gölgesinde uyudum. Kavak ağaçlarının sesini dinledim. Çam ağaçlarının kokusunu çektim içime. Çam sakızı topladım. Dut ağacının yapraklarını topladım, ipek böcekleri için.. Incir ağacının kocaman yaprakları arasında incir topladım. Yağlı yapraklı ceviz ağacından taze ceviz yemek için ellerim kapkara oldu. Fındıklar zaten benim boyumda olduğu için koparıp yeşil kabuğun arasından taze fındıkları yemek en büyük zevkti. Ilkbahardan yaza girerken, kiraz ve yeşil erik toplamak, hatta komşununki daha güzel olduğu için onları çalmak. Elma, armut, ahlat, kızılcık, fındık, ceviz, dut, kiraz, erik, çam, söğüt, kavak, meşe, nar, incir, kestane ağaçları ile haşır neşir oldum. Tanımadığım Zeytin ağacını ise çok yıllar sone Egeli olduğum zaman tanıdım. Ama zeytini çocukluğumdan bilirim, ve çok severim. Siyah bir kedimin adına bile Zeytin adını vermiştim. 
İşte hal böyle iken, yani ben ağaca aşıkken, zeytine aşıkken, doğaya aşıkken, tamda bugün Manisa'nın Soma ilçesinin Yırca köyünde, bütün köylülerin direnişine rağmen 6 bin zeytin ağacını kesmişler. Ve kesildikten sonra, aynı günün akşamında mahkeme kararı ile yürütme durdurulmuş!! Ha, sevinelim yani buna! Şirin görüneceksiniz öylemi?! Pisliksiniz, Ağaç düşmanısınız!! Doğa katilisiniz.. Genelde katilisiniz zaten. 

Çok üzgünüm ben bugün. Ama biz böyle acı şeylere üzülürken onlar çok daha acı olaylarla gelip bir önceki acımızı basitleştirdiler, önemsiz kıldılar.. Korkuyorum bu olayı hangi acımasız bir olayla örtüp daha kötüsü ile gelecekler.. Ve biz bunu unutup başka olanlara üzülürken onlar hala çok daha kötüsünü yapmaya devam edecekler.. Benim bu küçük beynim artık onların kirli oyunlarını anlamıyor. 
Çok yavaş görünsede aslında hızlı bir şekilde bir felakete sürükleniyoruz. 

Elbet bu saltanatlar sona erer filan diyerek kendimizi avutuyoruzda, o zaman, ne zaman? Doğa katliamının telafisi çok zor.. Geleceğimiz. Yani bizden sonraki çocuklarımıza kalacak bu yaşamı biz koruyamazsak, kim koruyacak? 

Yarından itibaren her kahvaltıda yediğim her zeytin tanesinden özür dileyeceğim ben.. Zaten son 12 yıldır yapmadığımız şeylerden utanmayı öğrendik. Başkaları adına utanmayı.. 

Hani herşeyin bir sonu vardı? Bunların sonu ne zaman? 


7 Kasım 2014 Cuma

Yemek mim'i olunca..



Blog alemine girdiğimde gördüm bu mimlenme olayını. Hiç mimlenmedim. Aslına bakarsanız pekte önem vermedim. Bir çoğunu sıkıcı buldum. Ama bazılarınıda eğlenceli. Tıpkı bu mim gibi. Bazı blog arkadaşlarım isteyen yapabilir diye not düşünce bende yaptım. Zevkliymiş. 

En sevdiğiniz yemek:
Hiç yemek ayırmam, güzel yapılmış her yemeği severek yerim. Illa bir şey söyleyeceksem, karidesli makarna, krema soslu sebzeli makarna. 

En sevdiğiniz tatlı:
Tatlıyla pek aram yoktur. Dondurma bile yemem ben. Sabah aç karına yiyebilirim tatlı. Bir keski taze Antep baklavasını atabilirim ağzıma.. Sütlü yada şerbetli ayrımım yok. Ikisinide aynı mesafedeyim. 

Çocukken anneniz sizi:Annemle ilgili hiç anım yok maalesef:( 

Çocukken de şimdi de:
Kızarmış ekmeğin üzerine sürülmüş tuzlu tereyağı.. Bayılırım. 

Yemeyi sevdiğiniz ilginç şeyler:Kaşıksapı! Kaşık sapı dediysem bildiğimiz kaşığın sapı değil tabiki:) 
Mudurnu yada Bolu yöresine ait bir makarna çeşidi. Taze hamurdan açılıp fiyonk şeklinde haşlanıp, aralarına keş ve ceviz serpiştirilir.. Üzerine kızarmış bol tereyağı.. Hmmm. Miss. Başka bir yörede olmadığı için ilginç olabilir. Yoksa Mudurnu'da ilginç bir şey değil. 

Türk Mutfağı dışında sevdiğiniz mutfak:
Uzakdoğu mutfağı desemde, hepsi değil. Ama Körili yemekleri seviyorum. Suşi hala denemedim mesela. İtalyan mutfağınıda severim. Acaip ve fena şekilde pizza yaparım.  Fransız mutfağı ünlü olsada sevdiğim bir spesiyali yok. İsviçre mutfağında ise rakleti severim. 

Yemeyi sevdiğiniz en sağlıksız şey:Fazla abur cuburda yemem. Ama masada olursa atıştırırım. Çekirdek ve cips gibi şeyleri pek bulundurmam evde. 

Alerjiniz:
Bu güne kadar tanısı konmuş herhangi bir alerjim yok, ama aspirin içemem, adı geçtiğinde bile midem ayağa kalkar. Aha yazarken bile kalktı bak.. Iğğğğ. 

En sevdiğiniz meyve:
Şöyle doya doya meyvada yiyemem ben. (sende ne yersin kardeşim diye sorardım ben olsam) Kiraz yerim ama. Birde sonbaharda tanıdığımın bahçesinden gelen kokulu üzümleri. Bu üzümler beni çocukluğuma Hendek'e götürüyor. Diğer bütün meyvalardan bir atımlık alırım. Ama evin diğer bireyleri her türlü meyvayı kilolarca tüketebilir.. Iyiki onlar yiyor, sayelerinde bende bir iki atiştırıyorum. 

En sevdiğiniz atıştırmalık:Zeytine bayılırım.. Ceviz.. Tabiki peynir çeşitleri.. 

En sevdiğiniz içecek?
Şarap! Tabiki.. Gündüz pembe veya beyaz şarap. Hele Perşembe kadınları ile birlikteysek, öğleden sonra iki şişe biter, üçüncü yarım kalır. Yazın buz gibi bira. Severim alkollü içecekleri. Ortamı sosyal kılar. Rakı içemem. İçeni severim. Hele kadına çok yakıştırırım. Birde sahil kenarında çay bardağından rakı içmeye bayılırım. Hiç yapmadım gerçi:) gündüz kahve, akşam çay olmazsa mutsuz olurum.  


Asla yemeyeceğim ve içmeyeceğim dediğiniz şeyler:böcekli möcekli, kurbağalı, salyangozlu şeyleri yiyemem herhalde. Gerçi asla demeyi hiç sevmem ya. İçecek olarak tatlı içecekleri hiç sevmem. Cola, fanta, gazoz dahil. Colayı midem bulandığında içebilirim. 

Sonsuz tane yiyebileceğin şeyler:
Bu soruyu pek anlamadım ya, tane deyince nar geldi aklıma. Nar tanelerini sonsuz yiyebilirim. 

Çorbaların kralı:Aaaa bak şimdi.. Buna verecek tek cevabım; Çorbaların kralı Tarhana! Ama Uşak tarhanası. Her yörenin kendine ait tarhanası var. Ve bir çoğunu tatdım.. Hakkaten, Uşak tarhanası gibisi yok. 

Kahvaltıda tercih ettiğiniz şey:Ben sabahın köründe bir şey yiyemem. Ev ahalisi sabah 6.30 da tost veya cornfleks yerken ben onlara bakarım. Ben saat 10-11 gibi bir kahve ve kuruvasan yeter bana. Ammmmaaa, pazar kahvaltılarında gözüm doymalı önce.. Çok renkli olmalı, yeşil, kırmızı, beyaz, siyah, turuncu ne varsa, herseyi tercih ederim. 

Açken ben:Ben yine benim.. Açlığa uzun süre dayanırım. Aslında istesem oruç bile tutabilirim. Ama istemiyorum. 

Bir keresinde yemek yerken:Yemek yerken değilde, bir keyif kahvaltısından anlatmak isterim. Yine Istanbulda Ayça'dayım. Beyaz masa örtülü bir masa donatılmış. Biraz döke saça yediğim doğrudur. Hele beyaz masa örtülerine hiç dayanamam. Sakındığım göze çöpü sokarım.. Yumurtaya ekmeği bandım, ağzıma giderken pıt masa örtüsüne yumurta sarısı! Artık onu başka bir tabakla kapattım. Zeytini çatalla yakalamaya çalışırken sen fırtla karşıda oturanın önüne düş. Domatese yöneldim. Sen çataldan düş, pat diye bembeyaz masanın üzerinde kıpkırmızı bir domates parçası. Çekirdekleri saçılmış. Örtsen örtemezsin.. Benim bu sakarlıklarım böyle devam etti. Ayçanın arkadaşı, "biz bilemedik, özür dileriz, yarın serpme kahvaltı hazırlarız, sere serpe yersin" dedi.. Girdik mi gülme krizine. Çıkamıyoruz. Gülmekten gözümden yaşlar geliyor, lavobaya yöneldim, tuvalete gittiğimi düşünen arkadaşı ikinci espiriyi patlatınca, "rahat ol, döke saça gidebilirsin tuvalete" dediğinde artık gülmekten kopmanın ne olduğunu orada anladım. Yere yığılıp, gülmekten altıma işemiş olabilirim, bilmiyorum. Bunu hiç unutamam.. En keyifli kahvaltılarımdan biriydi. 

2 Kasım 2014 Pazar

Sidik yarışı..


Türkçe'de "sidik yarışı" diye bir deyim vardır.. Başka dillerde var mıdır? Bilmiyorum! En azından almancada yok. Hatta buralarda erkek çocuklarını bile oturtarak işetmeyi öğretirler. Bunun hem daha sağlıklı, hemde daha hijyenik olduğunu anlatırlır çocuklara. Dikilerek işleyenlerin prostata yakalanma oranının yüksek olduğunu, artı etrafa sıçrattıklatı urinin bakteri saçtığı anlatılır. Çocukla büyük gibi konuşulduğunda bilmediği kelimeyi sorar, anladığı dilden anlatılır, anlar ve öğrenir.. Yani buralarda çocukları sidik yarışına soksan, seni bilimsel açıklamalarıyla mat eder, kalırsın sap gibi.. 
Sidik yarışı deyince bir anımı anlatayım. Ben, hala kızı N. Ve abim. Üçümüzde bir yıl arayla hemen hemen yaşıtız. 7-8 yaşlarında.. Hendek'te bir kestane toplamaya gitmişiz. Çişimiz gelmiş. Sidik yarışı yapacağız. Bizede küçüklüğümüzde aşılanan bu. Daha çok erkek çocuklarına tabi. Bizde güya meydan okuyoruz..Kim daha çok ileriye attırarak işeyecek? Aynı yere oturduk.. Toprak bir yol. Kestane ağaçlarının altındayız. Kimse yok. Ve sidik yarışı başladı. Biz iki kız abimden daha uzağa işediğimiz için nasıl mutluyuz.. Hırs yapmışız demekki. Peki ne için yarıştık biz? Nooldu yani? Çiş sonuçta.  Daha uzağa işeyince ne oluyor? Hiç.. Yeni bir şey mi bulduk? Yooo!! Çocuklukta bir oyun olsada, aslında tehlikeli bir oyun. Zira bunu hala yetişkin yaşlarda hırs yapıp sürdürenler var. Hatta başbakan, ve hatta cumhurbaşkanı olarak sürdürenler var. Artık nasıl bir hırssa bu sidik yarışı? "Atatürk Orman Çiftliği" diye anılan bir yere binlerce ağacı keserek devasa bir bina kondur, alay eder gibi açılışını 29 Ekim'e denk getir. Sonra o meşhur deyimle "bu işin fıtratında var" dediğin yine ve yeniden  maden işçilerinin ölüm kazasıyla iptali. Nasıl yorumlayacağımı bilemedim. It ütür, kervan yürür edası ile, o Ak-saray diye tabir ettiği yerde boy boy fotoğraf ve tanıtımları sür medyaya.. Bu halk anlamaz zaten.. Nede olsa en uzağa sen işiyorsun! 

Amerika'da "beyaz saray" olurda Türkiye'de "ak saray" olmaz mı? Bu sidik yarışı değilse, nedir? Atatürk Orman Çiftiği'ne o ak sarayı kondurmak, sidik yarışı değilse, nedir? Istiklal marşını değiştirip, Osmanlı ezgilerinde okumak, sidik yarışı değilse, nedir? "Yeni Türkiye" denilen şey bu mu? Sidik yarışı yani? Hiç bir getirisi olmayan gereksiz bir yarış! Ama sidik yarışı ile yetişen bir toplumuz biz. O uzun adam meydan okuyor güya daha uzağa  işeyerek.. Olsun, ama en uzağa o işiyor! Hırsız var, denince ilk o akla geliyor, ama olsun, en uzağa o işiyor! Işemekle kalmıyor, ülkenin ağzına saçıyor, ama olsun.. En uzağa o işiyor!! 

28 Ekim 2014 Salı

Heyecanlı bir gündü..


okulun önündeyim. hava gri.. ben heyecanli.. saat 11.10-- 
Bugün yaşadıklarımı yazmadan olur mu? Olmaz tabi.!! Dünya için küçük, ama bizim için büyük bir gelişme sonuçta.

Matura! Nedir bu Matura zamazingosu derseniz? Basit bir dille, Üniversite kapısını açan altın bir anahtar diyebilirim. Almanya'da "Abitur" diğer Avrupa ülkelerinde "matura" deniyor. Latince bir kelimeden almış adını. Maturus = olgunluk, demekmiş. Yani olgunluk sınavı. Lise son sınıfta diğer var olan genel derslerin yanı sıra, ayrıca notlandırılan bir tez bu. Bu tez araştırmalar sonucu hazırlanıp, hem yazılı, hem sözlü sunuluyor. Konuyu öğrenci belirliyor. İstediği her konuda yazabilir. Mini bir doktora tezi desem yeridir. Fazla abartmayım hadi mini master tezi diyim o zaman. Yazılı olan doysayı kitapçık haline getirip 12 Eylül'de teslim etmiştik. Yine yazmıştım buradan, ne gibi tersliklerlere karşılaştığımızı. Uçakta bavulun kaybolması, tez dosyası ile birlikte laptopun içinde olması, artı araştırma kitaplarını Türkiye'de unutması vs. O dönemler bir stres yaşamıştık, neyseki yinede zamanında teslim edilmişti. O yük kalkmıştı omuzlardan. Bugün ise o tezin sunumu vardı. Bütün lise son sınıf öğrencileri sabah 8 den akşam 18 e kadar 20 dakikalık sunumları vardı. Her derslikte ayrı bir sunum. Herkese açık. Kapıda bir plan asılı. Tez konusu, saati ve kimin sunduğuna dair. Hangi konu ilgini çekerse ona giriyorsun. Taylan'ın saati 11.20. 
Bu teknik bilgileri verdikten sonra işin duygusal tarafına geçebilirim artık. 

Bu sunumun yapılacağı tarih ve davet bize yazılı olarak gelmişti. Taylan'a bende gelmek isterim, sende istermisin diye sormuştum. Bilmem, diye cevap vermişti. Hmm, bimem demesini, ben, gelmezsen daha iyi olur diye yorumladım. Benim için önemli olan onun rahatlığıydi tabiki. Ben gitmesemde olurdu. Ama bi taraftan gitmeyi çok istiyordum. O nasıl isterse öyle olsun diyordum. Dün akşam hala hazırlanıyordu. Bizim boncuk (kedi) yine masasında, sanki ona anlatıyor, oda dinliyordu. Odasına girdiğimde bu manzara ile karşılaşmıştım. Yanina gittim, kucakladım, çok güzel olacak yarın, dedim. Kucaklarken, geleyem mi? Dedim tekrar. Istersen gel, dedi. Hmmm, bir adım ilerlemişti. Yani kendini göstermek istiyor, diye algıladım.. Bende, sen belirle diyorum. Birbirimize karşı nezaket paçalardan akıyor yalnız:) Neyse yattık biz. Sabah, kahvaltı için kalktık. Kahvaltıda hiç oralı değilim güya.. Seni çok rahat görüyorum, belki gelirim bugün dedim. Geeeel, dedi.. Bu bana yetti. Öpüp, kucaklayıp, bol şans dileyip gönderdim.. Iki dakika sonra bir whatsapptan bir mesaj. "Anne, bu kedi peşimden geliyor" demiş. Seni yolcu ediyor, bu iyi bir şey, diyebildim sadece. Ama merak etmedim değil hani? O kedi aşşağıya nasıl indi? Ve nasıl çıkacak? 
Bir saat sonrada ben çıktım evden. Işe gittim. Saat 11 e doğru okulun önündeki alandayım.. Bir kahve ile sigaramı içtim.. Hala düşünüyorum, girsem mi, girmesem mi? Okulun fotosunu çekiyorum.. Üzerindeki o kocaman tren istasyonlarında bulunan saati ile. 11.10 u gösteriyor. 10 dakikam var. Ömrümün en uzun, aynı zamanda en kısa 10 dakikası. Saat 11.15 e geldi. Girdim okula. 1. Kata çıktım. Dizlerim hem taşıyor beni, hem geri geri gidiyor. Her sınıfın kapısı camdan. İçersi görünüyor. Her derslikte bir sunum var. Kimisi daha koridorlarda hazırlık yapıyor bir sonraki sunumuna. Ben 14 numaralı dersliğe doğru ilerliyorum. Taylan söylemişti orada olduğunu. Cam kapıdan içeri doğru bakıyorum, ortama göre karar vereceğim girip girmeyeceğime. Tam o anda Taylanın bir arkadaşı görüyor beni, elini kaldırarak selam veriyor bana.. Ve hemen ardından dudaklarından okuduğum kadarı ile, o kapıdan göremediğim Taylan'a "annen geldi" diyor. Artık geri dönemem. Girdim içeriye. Kafamla selam verdim, sıradan bir izleyici gibi gittim arkada bir yere oturdum sessizce. Bi ara gözgöze geldik Taylanla. Gülümsedik. Sonra asla gözgöze gelmemek adına bakmadım ona. Tüm hazırlığını yapmış, laptopdan projektörle PowerPoint hazır. Saatini bekliyor. 21 kişi var izleyen. Bunlardan ikisi not verecek olan öğretmenler, (hoca demeyi sevmiyorum) biri bir arkadaşı, biride ben.. Diğerleri bu konuya ilgi duyan kişiler. Saat tam 11.20 de başlıyor. Gülümseyerek sanki heyecanını yenmeye çalışıyor. Iyide başarıyor. Yüzü pancar gibi kızarmıyor mesela. Bir anne olarak onu tanıdığım için gülerek bir şey anlatıyorsa kıvırmaya çalışıyor demektir. Ama bildiği konularda ciddi ciddi anlatır. Ama benim onu tanıdığım gibi oda beni tanıyor. İşte tamda böyle anlarda ona hiç bakmadım. Saat 11.34 gibi bitti sunumu.. Sorusu olan varnı diye sordu. Bir 20 saniye kimse bir şey sormadı. Sonra biri parmak kaldırdı. Eyvah, dedim. Ama cevabı güzel oldu. Sonra birer birer başkaları sordu sorular. Dikkatimi çeken, soruları cevaplarken daha rahattı. Yani konuya hakimdi. En son öğretmenlerinden biri bir soru sordu. Taylanın tez konusu e-sport yani elektronik spor du. Bilgisayar oyunlarının günümüzdeki sosyal, psikolojik, fizyolojik ve ekonomik boyutu. Sunumunda bu oyunlara eğilimli olanların yüzde 63 ü erkek, yüzde 5 i kadın olarak tanimlamıştı. Öpretmeni bunu sordu. Neden kadınların az olduğunu, bu konudada bir araştırma yapıp yapmadığını. Aha, dedim şimdi sıçtı işte Taylan. Buna hazır değildi. Ama bana göre öyle güzel bir cevap verdi ki; yine gülümseyerek, negatif bir cinsiyet ayrımı yapamayacağım, ama kadınlarının ilgisini çekmiyor olabilir, dedi. Yüreğimde alkışladım. Sonra bir sessizlik oldu. Bilmiyorum öğretmeni bu cevapla tatmin oldu mu?  Sorular bitti. Taylan teşekkür etti. Alkışlandı.. Ve bitti. Saat tam 11.20 idi. Önce öğretmenleri tebrik etti. Sonra o arkadaşı. En son ben. Napıyorsun şimdi dedim. Arkadaşımla yemeğe gideceğim dedi. Tamam dedim. Bende onunla gitmek isterdim. Hatta karşılıklı bir bira veya bir şarap içmek isterdim. Ama onun arkadaşı ile gitmesi de güzel tabi. Sonra ben her zaman gittiğim kenar bir mahallede, mavi ile turuncunun buluştuğu bir mekanda oturup, bir bardak pembe şarabımı içerken yakınlarımın mesajlarına cevap veriyordum. Hayat güzeldi. Ve devam ediyordu.. Taylan sadece bu devam eden hayatın bir yerine bir kanca atmştı. Hayatta var olabilme adına. Bunları düşündüm orada otururken. Sonra kalktım, yeniden ofise gittim. Hayat hakkaten devam ediyordu.. 
Büyük bir yük kalktı omuzdan. Şimdi sonuçları bekleyeceğiz.. 

Bu arada, bugün boncuk hiç uğramadı. En son bu sabah Taylanın peşinden gitmişti. Hala ne bir ses, ne bir pati.. Bu hiç hayra alamet değil. Sahibi bizde olduğunu bilip rahat okabilir. Deniz biraz önce gidip dışarlara baktı. Ama yoktu.. Hakkaten meraklardayız. 

Tam bu yazıyı yazarken yine tarihi bir mesaj geldi. Kızkardeşimden. Ikinci kez teyze olacağım. Hastanedeymiş şu anda. Yani yarın, hatta bu gece teyze olabilirim.. Hareketli günler devam ediyor.. Ama güzel heyecanlar. Ben nasıl uyurum bu gece? 

Sunuma basladigi an gizli gizli cekilen anlar..
izlecilerin bi kismi..

umutlarumin yükseldigini hissrettigim bir yerde..



25 Ekim 2014 Cumartesi

Şima Balerinama..

güzel balerinim benim..

18 yıl önce dün doğmuştun.. Seni ziyarete geldiğim ilk gün hayran olmustum sana.. Nasıl güzel bir bebektin. Seni kucağıma aldığımda ilk cümlem şu olmuştu; "bu güzel yüze büyüdüğünde ne güzel makyaj yapılır". Ilk kez teyze olmuştum ben seninle. Bu çok özel. Bir kaç güne kadar ikinci kez teyze olacağım. Bir kardeşin olacak. Senin yerinde, gelecek olan kardeşininde yeriniz ayrı ama aynı sevgide olacak. 

Bugün ben yer yarılaydıda içine gireydim, dediğim bir an oldu.. Ne zaman mı? Anlatayım. 

Günlerdir bize gelen kedi var ya. Bütün herşeyin suçlusu o. Çevremi unutturmuş bana. Onun yüzünden işe geç kalıyorum. Onun yüzünden bir çok şeyi kaçırıyorum. Ama onu görsen sende bayılırsın o ayrı. Neyse. İşte bu kedi baktım çok kaşınıyor, ve o kaşıntıyı giderecek bir boyun bandı yok. Sahibi ne düşünür diye düşünmeden, gidip ona bir boyun bandı alayım dedim. Oda heryerde yok. Bir yerde olduğunu öğrendiğim yere koştura koştura giderken, senden bir mesaj geldi. "Teyze was ist gestern für ein Tag gewesen?" İşte o an var ya, yer yarılaydıda içine gireydim, dedlm. Eşek kafalı teyzen, diyebildim, sadece. Sonra yine gittim, o bandı aldım, eve geldim. Zaten sürekli bizde olan "Boncuk" yine bizdeydi. Boncuğa hemen o bandı taktım boynuna. Boynunu fazla sıkmayayım diye biraz gevşek birakmışım. Buna alışık olmayan Boncuk, sürekli onu çıkartmaya çalıştı. Sonra ne olduysa bir ara o band ağzında takılı kaldı. Ne ağzını kapatabiliyor, ne çıkarabiliyor, nede geri geliyor o band. Boğulmak üzere sanki. Delirdi. Yardım etmeye çalışıyorum, panikten dalıyor, ve ısırıyor.. Ne yapacağımı şaştım, bir taraftan seni unuttum, bir taraftan kedi boğulmak üzere.. Son zamanlarda yaşadığım ömrümün en zor anlarından biriydi. Ne kediye yardım edebiliyorum, nede sana birşeyler yazabiliyorum. Sonra aklımı başıma topladım, aldım makası elime, o bandı orta yerinden kestim. Kedi kurtuldu en azından. Sanki ona kötülük yapmışım gibi anladı. Bende onu balkona bıraktım ve kapıyı kapattım. Bir süre görüşmeyelim dedim. Kaş yapayım derken göz çıkardım bugün:( 
Sonra sadece sana konsantre oldum. Evet, dün 18 yaşına girdin. Bu önemli bir yaş. Ve ben bunu ilk kez unuttum. Dün birde Perşembe kadınları vardı. O vardı, bu vardı, bahane mi? Değil elbet.. Ama unuttum işte. Beni bağışla.. Bütün gece bunu düşündüm. Ne yapabilirim bilemiyorum. En azından yazarak içimi dökmek istedim. 

Şima, doğum günün kutlu olsun. Yeni yaşın mutlu olsun. Seni seviyorum. Seni Seviyoruzzzz..

18 Ekim 2014 Cumartesi

Boncuk'lu hayat...

Yaklaşık bir iki aydır evimize bir kedi dadandı. Önce siyah bir kedi gelip gidiyordu. Yıllar önce Almanya'dan kaçak yollarla mülteci ettiğim ettiğim Zeytin'i anımsattı bana. Sonra gelmez oldu. Sanırım ben kara kedilerle anlaşamıyorum. Hemen bir kaç hafta sonra başka sevimli bir kedi çıktı geldi yine balkondan. Zemin katta oturmuyoruz. Nasıl oluyorsa bir yolunu bulup geliyor. Bütün odaların balkona açılan kapılarını patisiyle bir bir çalıyor, olmadı miyavlıyor.. Ee gelde açma kapıyı? Önceleri ürkek ürkek, sadece etrafı koklayarak, dikkatli dolaşıp gidiyordu.. Sonra yanımıza yaklaşıp, bacaklarınıza sürtünerek bizi sevdiğini söyledi kedice ve kendince..  Artık sonsuz bir güveni oluştu. Bizim gençlerli çok sevdi.. Balkondan girer girmez doğru onların kapılarına miyavladı, patileriyle kapılarını çaldı, ve açılmasını bekledi.. Onu izlemek ve fotoğraflamak benim yeni hobim oldu. Nasıl şapşal, nasıl sevimli, nasıl güzel anlatamam. Benide çok seviyor, hissediyorum. Sürekli ayak altımda dolanıyor. Ama oğlanlara aşık. Onlarla başka türlü oynuyor. 
Bu sabah saat 6.30. oğlanlara kahvaltı hazırlıyorum.. Bir miyav sesi.. Dedim, salak mısın ne kalktın? Sende mi okula gideceksin? Git yat.. Açmadım kapıyı.. Sonra oğlanlar gitti, bende vurdum kafayı yattım.. Ayy kaldı kapılarda. Miyavda miyav.. Kaktım, açtım kapıyı. Gel, dedim gel, gel başımın belası.. He ne var? Napcaz şimdi sabahın köründe? Gözümün içine bakıyor. Miyavliyor.. Boynunu büküyor, ayaklarıma sürtünüyor.. Küçücük bir hayvanın sevgisi nasıl mutlu ediyor. Ben bu kadar erken sadece çocuklarım için kalktım. Şimdi bir kedi için kalkıyorum!! Hani büyüklerimiz hep der ya, "cocuk ceviz, torun ceviz içi"diye. Ve ben bunu anlamakta zorlanırım. Torun sevgisine mi hazırlıyorum kendimi acaba? Hayır, buna hiç hazır değilim açıkçası. Bugün Migros'tan ona oyuncak fare ve kedi topu aldım.. Nasıl mutlu oldu, saatlerce oynadı onlarla:) onu izlerken hani aşık olduğunuzda içte duyulan bir haz, parmak uçlarında hissedilen uyuşukluk var ya? Işte ona yakın bir şey hissettim ben.. Ben bu kediye aşık oldum.. Tam istediğimiz türden bir sevgi bu. Kediler'de sadece istediği zaman sevilmek isterler ya, işte öyle bizim sevgimiz. Sorumluluğu bende olmayan, mamasını, tuvalet ihtiyacını sahibinde gideren, buraya sadece oynamaya gelen bir kedimiz var:)) Ha, dünden beri güvenle uyuyorda burada.  Tabiki oğlanların yatağında!! Kapı mı çalmış? Biri mi gelmiş? Hiiiiç oralı değil., artık evin bir ferdi oldu. Gerçek adı ne bimiyorum, ama ben ona ninemin kedisinin adını, yani "boncuk" koydum.. Erkek mi, dişi mi? Onuda bilmiyorum. Sanki dişi gibi geliyor bana.. O cilveleri falan.. Bilmiyorum. Aslına bakarsanız oda önemli değil. Benim için sadece sevimli bir kedi. Yaşama hakkı olan bir canlı.. Sevgimiz yetiyor birbirimize.. 

Birde şu konuya girmeden çıkmayım. Bazı insanlar vardır, kimyası uymaz hayvanlarla. Kimi korkar, kimi alerji duyar, sevmez.. Bu çok normal. Sevgi karşılıklıdır. Zaten bunu o hayvan çok önceden hisseder.. Yani ben hayvanları sevmeyen insanı yargılamam. Mutlaka bir nedeni vardır! Ama sevmediği için hayvanlara  eziyet edene karşıyım!! Sevmiyorsan uzak dur! Ama bi kere sevgiyle dokunsanız belkide çok şaşıracaksınız?? Korkunun asıl nedeni zaten bilmemek, tanımamak değil mi? 

Bakın, güvenle neler çıkıyor ortaya? İşte belgeleri;) 

Böyle geldi balkondan tanri misafirimiz..




Sonra Taylan'in kapisini caldi pat pat..
Taylan'la yakin temaslar..

Taylan'la yerelrde yuvarlanmalar..
Sonra ciddi takildilar Taylan'la..


O Fare buraya gelecek!!!
Biraaaaaaaaaaaaak!!!!

Vazodaki cickleride düzene sokayim, evet..
Ama sizden iki tane var.. Deniz misin, Taylan'misin bilimiyorum, utaniyorumm:))

12 Ekim 2014 Pazar

Macerakitabim Bern'deydi..

Bugün konuklarım vardı.. Taa uzaklardan.. Istanbuldan.. Blog dostluğu taşıdı bizi bu güne. Önce yazılarımızdan tanıdık birbirimizi. Daha sonra instagram ve facebook'ta buluştuk. Hatta mektup yazdık birbirimize.. Kim mi? Macerakirabım bloğunun yazarı Özlem'den bahsediyorum.. Gezgin ruhlu Özlem. Bilirsiniz her iki ayda bir başka bir Ülkededir.. Ne hatta, her iki haftada bir gittiğide olur.. Daha geçen hafta Bologna'da idi. Iki gün sonra Cenevre'ye Charles Aznavour konserine gelmişler. Madem İsviçreye gelmişler görüşmek istedim. Cenevre'ye gidip bir, iki saat görüşmektense, Bern'de bir gün geçirmeyi daha uygun gördüm. Hem farklı bir şehir daha görmüş olurlardı. Hatta gönül rahatlığı ile söyleyebilirimki, Isviçrenin en güzel şehri ve Kantonu, hatta başkenti olan Bern'i de görmüş olurlardı. Çoğu insan İsviçre'nin başkenti Zürih olarak bilir. 
İşte ben Özlem'e böyle bir teklifte bulundum, zaten onun gezgin ruhunu bildiğim için buna hayır demiyecekti. Ama ben yinede emin olmak adına onun bir zaafını kullanarak, asla hayır diyemeyeceği yerden girdim konuya.. Ona dedim ki; "Lizbon'a Gece Treni" kitabında adı geçen "Kirchenfeld köprüsüne" bakarak şarap içmeye ne dersin? Yalnız nerden vuracağını çok iyi biliyorsun, dedi. Bu sabah Cenevre'den Bern'e Trenle geldiler. Heyecanlıydım. Hava puslu, ve hafif yağmurluydu. Akşama dönecekleri için, Bern çevresindeki göller ve dağlar programını çıkardım programdan. 
Gurten tepesinden başladık gezmeye. Minik dağ treni ile çıktık. Bern'e kuşbakışı bakamadık. Çünkü şehrin üstü bulutla kaplıydı. Önce o tarihi restoranda kahvaltımızı yaptık. Kahvelerimizi içtik. Gurten çevresinde yürüyüş yaptık. Konuştuk, anlattık, dinledik, daha fazla anlamaya ve tanımaya çalıştık birbirimizi. 

Mavi-yeşil sandalye ve masaları olan bir yere oturduk. Piknik sepetimi açtım. Içinden, üzüm, ceviz, peynir, zeytin ve pembe şarabı çıkardım. Uzun uzun oturduk ve sohbet ettik. Insanı üşütmeyen harika bir sonbahar havası vardı. Bizim masayı gören güneş bile bulutlara meydan okuyup çıktı geldi.. Yine aynı Trenle şehre indik. Ayılar çukurundan başlayarak. UNESCO dünya mirası listesinde olan Bern Altstadtı gezdik. Zamanımız çok, acelemiz hiç yoktu. Münsterplattform, Münster kilisesi, Kirchenfeld köprüsü, Çeşmeleri, ve renkli heykelleri, saat kulesi, gözetleme kulesi, küçük tarihi ara sokaklarıyla Bern'e hayran kaldılar. Hatta, daha güzel bir yer keşfedene kadar buraya yerleşmeye karar verdiler:)) 
Gezi yazıları yazan Macerakitabim bakalım Bern'i nasil tanımlayacak? Ben susayım o anlatsın.. 

Bunlarda zamanı durdurduğumuz anlar: 
Dag treni ile Gurten'e

Münsterplattform/Bern

Bern Saat kulesi 

Gurten de mola vakti..

Yine o köprüden baska bir açi

Bern'in Istaklal caddesi.. Aksam 7 den sonra bir sessizlik çöker..

Ve dönüs vakti.. Bern'den gece treni ile Lizbona
olmasada tekrar Cenevre'ye gittiler..