Sayfalar

27 Aralık 2015 Pazar

Yoksa Noel Baba Gerçek mi?

Dinlere inanmam. Güzel olan şeylere inanırım. Ve kim neye inanıyorsa ona saygılıyım. Manevi duyguların tatmini değil mi bu, neye istersem ona inanırım.

Hiç Noel kutlamadık. Kültürünü yaşamadığın, hissetmediğin bir şeyi kutlayamazsın. Avrupa'da yaşadığımız için sadece tatillerinden yararlandık biz. Ama nasıl kutladıklarına tanıklık ettim ve gözlemledim.  

Deniz ve Taylan küçüklerdi, buraya yerleştiğimizde. Çocuk parkında tanışmıştım bizim Perşembe Kadınları ile. Çocuklarımızda öyle. Bugün hepsi birbirinden farklı yolları izliyor. Görüşseler konuşacakları şey çok oluyor aslında. Ancak görüşmek için kendilerini yırtmıyorlar. Olursa olur, olmazsa daha iyi olur gibiler. Zorlamıyoruz bizde. 
İşte bunlar küçükken, 5-6-7 yaşlarında iken 6 Aralık'ta çocukları sevindirmek için Nikolaus, (Samiklaus) kutlardı Perşembe kadınlarından biri. Davet edilirdik. Ama Öncesinde hazırlık yapardı. Bir Nikolaus, ve yardımcısı olan kahverengi, kirli giysili,  Knecht Ruprecht'i ayarlardı. Biz hediyeleri alır, girişteki çuvalın içine bırakırdık. Birde kısa yazı yazardık. Önce çocuk ismi, altına güzel yaptığı şeyleri, sonrada bi kaç düzeltmesi gereken hatalarını yazardık. Çocuklarımız bundan habersiz oyun oynarken yapılırdı tüm bunlar. Kocaman, beyaz örtülü ahşap masanın etrafında yemek öncesi şarap içerken beklerdik Nikolaus'u. Bacadan değil, zile basarak gelirdi:) zaten onu bekleyen çocuklar, oyunları bırakıp kapıya koşarlardı. Beyaz sakallı, koca göbekli, kırmızı giysili, sevimli bir Nikolaus ve çirkin ve kirli görünümlü yardımcısı çıkar gelirdi, sırtlarındaki çuvallarla. Nikolaus iyi çocuklarla konuşur, hediyelerini verir, yardımcısı kirli ise, biraz yaramaz çocuklara konuşur ve hediye vermezdi güya. Çocuklar öyle biliyordu, ve acaba kim onunla konuşacak ve hediye verecek diye heyecanla beklerlerdi. Tabiki bütün çocuklarla Nikolaus konuşurdu. Yardımcısı sadece konu mankeniydi. Nikolausun elinde kara kaplı kocaman bir defteri olurdu. Arasındada bizim yazdığımız yazılar. Bizimkiler ikiz olduğu için, ve birbirine çok benzedikleri için şöyle demişti bi keresinde.  Isimleri yazmıştık ya, ve özelliklerini, Deniz, deyince, elleri arkasından bağlı, heyacanlı, biraz ürkek, biraz umutlu gözlerle Nikolaus'a bakarken, "yukardan bütün yıl sizi izlerken karıştırıyordum hanginiz Deniz, hanginiz Taylan, ama şimdi yakından bakınca gayet net görebiliyorum, sen Deniz'sin" İşte onun bütün bi yıl ne yaptığını bizim yazdığımız kısa notlarla okurken, başları ile onaylarken, gözlerindeki o, "Bütün bunları nasıl biliyor" ifadesi olurdu bütün çocuklarda. Güzel şeylerdi bunlar. Din ilede alakası yoktu. Çocukları mutlu etmek. Zaten 10-12 yaşlarında bütün bu olanların bi kurgu bi oyun olduğunu öğrendiklerinde, yooo, ben hala inanıyorum diye espiri yapıyorlar. Amaç hediye koparmak:) yemezler diyorum. 

Ama Noeli hiç yaşamadım. O biraz daha aile içi ve özel yaşanıyor. Yine herşey çocuklar için, onları sevindirirken bir kültürü ve dini tanıtmak.  Beklenmedik bir şekilde Noel baba geliyor ve çam ağacının altına bırakıp gidiyor hediyelerini. İşte buna 6-7-8-10 yaş grubu inanıyor. Asıl amaç ailece birlikte olmak. Tüm o kapitalizmin bir oyununu bi kenara bırakıyorum.. Evet bu doğru. Evet ekonomiyi canlandırmak amaç. Ama Yılbaşı ikramiyesi denen 13. Maaş diye bir olay var. Aralık ayında çalışanlar çift maaş alabiliyorlar. Yani hem teşvik hem destek var devletten.  Insanlar birbirleriyle hediyeleşirken hem mutlu olabiliyor, hem mutlu edebiliyorlar. Güzel anlar değil midir yaşamı güzel kılan? Aralık ayının sevgi ve hoşgörü ayı olduğunu hissederim buralarda. 

Gelelim, benim bu yaşımda bile acaba Noel Baba var mıdır düşünceme?

Noel falan kutladığımız yok. Dediğim gibi tatillerinden yararlanırız. Noel ve yılbaşı birleşince uzun tatil olabiliyor. Yılbaşını aile ile geçirmeyi severiz biz. Tatilde olunca bütün kardeşlerle birlikte olmak iyi geliyor. Bu iyi gelen şeyi dahada güzelleştirmek adına hediye çekilişi yaparız her sene. Herkes çektiği kişiye bir hediye alır. İşte bende çektim birini. Ve hediyemi özene bezene hazırladım. Siparişimi verdim. Özel kargo ile normalde 5 iş günü içinde geliyor. Baya erkenden sipariş etmiştim oysa. Ama gelmedi. Paket takibi mümkün internetten. Baktım, birde ne göreyim, güya benim paket gelmiş ama evde kimse olmadığı için geri gitmiş, bilgisi var. Durur muyum? Hemen bunlara bir mail yazdım. Dedim ki, o benim Noel hediyem olacaktı, lütfen onu bana 24 Aralık tarihine kadar yetiştirin, yalvarırım, gibi şeyler yazdım. Hemen otomatik bir mail geliyor. Yaşadığınız bu olumsuzluktan özür dileriz, gibi şeyler. Oraya ne yazarsan yaz aynı cevap geliyor. Bunu anladım. Benim yazdıklarımı okuyan bir insan evladı yoku.
Ama ya gelirse diye, okulların tatil olması nedeniyle bizim oğlanlara sıkı sıkı tembih ediyordum, kulağınız kapıda olsun diye. Paket bir türlü gelmiyordu. Bu geçtiğimiz Perşembe, ayın 24 ü. Yani Noel, arefe gün. Beni ciddiye almış olmalılar, bugün paketiniz ulaşacak diye özel mail yazmışlar. Sevindim. Zaten evde birileri var diye emindim paketin geldiğine. 
Eve geldim. Zil çaldı mı? Paketi aldınız mı? dedim.. Evet zil çaldı, aşağıya indiğimde kimse yoktu cevabını alınca, tepemden ayak tırnaklarıma kadar bir sıcaklık bastı bana. Öyle hemen zile basıp gideceklerini düşünmüyorum. Bizimkilerin kıçlarını kaldıramasından kaynaklanmıştı bütün bunlar. Bu kadar duyarsız olamazsınız, biliyorsunuz bu paketi çok beklediğimi, zil çalar çalmaz uçmalıydınız, derken gözlerim doldu. Sonrada tavır aldım, biraz. Benim paket yine geri gitmişti. Arefe gün. 4 günlük bir tatil var. Pazartesi zaten gelmez, Salı Almanya'ya gideceğiz. Ve benim hediyem yetişmeyecek. Üzgünüm, ama yapacak bir şey yok. Artık sonradan gönderecektim, ama giderken götürmeyi istiyordum ben. Hemde çok istiyordum. 

25 Aralık. Noelin 1. Günü. Yani öyle bir tatil ki, restoranlar bile kapalı. Bu pazartesiye kadar böyle. Işte noelin birinci günü öğlene doğru kahvaltı masasında oturuyoruz. Ben bizim Gençler'e hala tavırlıyım. Gözlerimi çeviriyorum, bakmıyorum onlara.. Kapı zili çaldı. Tatil günü, bu saatte? Her zamanki gibi kapıya ben gittim. Kapı deliğinden baktım, aşağıda oturan apt. Yöneticisi. Acaba hangi şikayetle geliyor diye açtım kapıyı? Birde ne göreyim? Elinde benim beklediğim paket!! Boynuna atlayasım geldi. Nasıl ya? Bu tatil günü? Bir gün önce gelmiş olsa, çöp atarken karşılaşmıştım, o zaman söylerdi. Yada akşamıma getirirdi zaten. Sordum, ne zaman geldi bu paket diye. Bilmiyorum, biraz önce girişte gördüm dedi. Anlam veremiyorum hala. Acaba Noel Baba gerçekten var mı? 

Öte yandan şipariş verdiğim kuruluşun Noel konusunda ne kadar hassas olduklarını hissettim. Bi bayram günü o paket bana nasıl ulaştı? 

20 Aralık 2015 Pazar

Konu yok, ama yazasım var..

Yazida fotografim gibi karman corman oldu..

Bu nasıl bir şeydir anlamadım. Insanın canı tatlı çeker gibi, hamile kadınların turşuya, eriğe, çileğe aşermesi gibi bu. Insan yazmaya aşerer mi? 
İşte böyle bir istek var bende. Bir edebiyatçı yazar olaydım var ya neler çıkardı neler? Ama yok öyle bir durumum. 

Bugün pazar. Ve 4.advent. Yani Noel öncesi son pazar. Bugün dördüncü mumlarda yandı evlerde. Çarşılarda insanlar son hediyelerini almak için koşturuyorlar. Çünkü bu pazarda açık çarşılar. Tatlı telaşlar, koşturmacalar bu Perşembe öğleden sonra birdenbire kesilecek. "Bir tatlı huzur almaya geldim" dercesine bir sessizlik bu. Çok önceleri tanımadığım için bu kültürü sıkılırdım. Bu nasıl bayram, yas tutar gibi, derdim.  Bizdeki bayramlarla karşılaştırırdım. Bizde öyle mi? Ramazan davulcuları gece gece öyle bir vururki tokmağı yerinden zıplarsın, heyecanlanırsın falan. Hele bayram sabahları o davula birde zurna eklenir ki, oynarsın olduğun yerde, heryerde  bir bayram Havası.. Hele Kurban Bayramımda. Kanlar akıtılmadan, sokaklarda kurban kovalamadan bayram mı olur?

Şimdi anlıyorum ama. Harala gürele değil, sessizce, sakince, huzur içinde aileleri ile zaman geçirmek, hediyeleşmeler, büyük yemek masalarında dededen-nineden toruna toplaşmak, sohbet etmek, evet bal gibi bayram işte. 
Demekki başka şeyler, kimseler hakkında ahkam kesmeden önce tanımak, anlamak gerek.. 

Burada bir parantez açayım, çok eskiden, yani ben çocukken, işte bu Noel hakkında şöyle bir rivayet vardı; ama gülmeyin bak. Işte bu Îsâ göğe çıkmış ya, ve bir gün tekrar ineceğine inanılırmış. Ama o Şam'a inecekmiş, ancak bu Hristiyanlar anlamış Çam'a inecek. O Yüzden çam ağacını süsler püsler İsa'yı beklerlermiş. Ve ben salak gibi buna inanırdım. Sonra Almanyaya geldim, baktım ki çam ağacına çam değil "Tannenbaum" diyorlar. Ee ne alaka, Şam, çam??? Şimdi gülebilirsiniz. Parantezi kapadım.. 

Çok sık görüyorum sosyal mecralarda evine çam ağacı koymuş diye eleştirenleri. Koysun kardeşim sana ne? 
İnsanların hangi niyetle, amaçla koyduğunu nereden biliyorsun? Yada diyelim ki inanarak koydu. Ne olacak? Yada amaçsızca koydu, sadece güzel bulduğu için olamaz mı?  Belki insanlar güzel olan şeyleri görmek ve yapmak istiyor. Işık istiyor, huzur istiyor. Işıklandırılmış bir ağaç sonuçta, silahlandırılmamış. 
Ülkemizin insanları çok gergin, çok yorgun. Sabırsız, tahammülsüz, anlayışsız ve asabi. Kolayca sorgulayabiliyor artık ona göre doğru olmayanı. Hiç kimsenin düşüncesi bir diğeri tarafından anlaşılmıyor, tolere edilmiyor, saygı zaten kalmamış. Hep bir bölünme, ötekileşme. Yeri gelmişken Zata'nın şu sözlerinide kondurayım şuraya. 

"Aynı dinlerde birleşip mezheplerimizle ayrılıyoruz. Ülke sınırlarımız için birlikte savaşıyor ırklarımızla ayrışıyoruz. Irklarımızla  birleşip şehirlerimiz, kasabalarımız ve de köylerimizle yeniden ayrılıyoruz. Daima bölünmek için bir nedenimiz var... Hala anlayamadık acının ve tatlının hepimizde aynı hissi uyandırdığını. Aslında bizler, bu dünyanın aklını ve dilini kullanamayan aptalları değil delileriyiz.
Çünkü bölünme deliliktir."

Ülkedeki gazetecilerin o güçlü kalemlerin durumu ortada. Ya mezardalar ya içerdeler. Dün "Türkiye'deki demokrasiye gıpta ile bakıldığını görüyoruz" demiş BB. Ben başka yerden bakıyorum herhalde. Zira göremiyorumda. 

Anne tarafından lazlık var bende. Lazların bazen çok cool sözleri vardır. Yada o anlık yaşanır, ama unutamazsın yeri ve zamanı gelince bir olay karşısında bir sürü söz sarfetmek yerine o bizim için anlam kazanmış, belleğine kazınmış o sözü söylersin cuk oturur. Önce olayı anlatayım ki, sonrada o sözü.

Teyzem biraz hasta gibiydi o gün, bitkin bir hali vardı, dayım teyzeme nasılsın diye sordu. Teyzem, iyiyim abi, dedi. Ama görünen köy klavuz istemez, misali hasta işte. Dayım dedi ki, "he eyısın, öyle eyısın ki kızım sen, sığamaysın kapılardan!" O hesap, Türkiye'de demokrasi eyle eyi, eyle eyi ki, sığamay kapılardan!!

Hem o ülkede yaşamıyorsun, hem ahkam kesiyorsun diyenlerde oluyor. Sanki bi ülke hakkında düşünebilmem için orda yaşamam gerekiyor muş gibi? İşte bütün bunlar geniş bakamamaktan geliyor. Sanki dünya sadece Türkiye'den ibaretmiş gibi? Elbette Ülkem benim için önemli, orada olan biten neden beni ilgilendirmesin? Tesadüfen doğduğum ülkeyi seviyorum. Vatanseverlikle milliyetçiliği ayrı tutuyorum sadece. 

Laf lafı açıyor, bak aklıma ne geldi. Bi ara çay bardaklarında "Türkiye Türklerindir" diye bi yazı vardı. Bana çok garip gelirdi. Ben Mudurnu'da doğdum, ama Adapazarı/Hendek te ilkokula gittim. ( bu ara hendek kelimesinden soğudum, bunun Adapazarı Hendek ile alakası yok, anlayan anladı) Neyse işte bu Hendek, Göç etmiş insanlarla doluydu. Ben orada öğrendim "herkes birbirine hangi millettensin diye sorardı. Ben orada öğrenmiştim, lazı, gürcüyü, macırı, abhazı, manavı.. Ama hepsi Türkiyeliydi. Sonra bazen ara tatillerde Gebze'ye giderdim amcamlara. Oradada Doğudan göç etmiş Kürtler vardı. Kürt'leri de o zaman tanımıştım. "Kürtler ama çok iyiler" lafı geçerdi. "Ama" sı ne ya diyemezdim o zamanlar. Yani Çocukluğumda bir çok millet ile tanışmışım, ki millet demek, ulus demek.  Ama bu milletler Türkiye'de bir bütün olarak yaşıyor kardeşçe. Ne güzel değil mi? Ama sen çıkar provakatörce "Türkiye Türklerindir" dersen, ve o ülkenin diğer halklarınıda biliyorsan, arı kovanına çomak sokmak olmuyor mu?

Geçen bi arkadaşım şöyle dedi; (Yazıyı aradım bulamadım, bir hata olmasın diye kopyalayacaktım) ama şöyle yazmıştı, "bu acıyı hep Kürtler mi çekti diyenlerden gına geldi, evet Kürtler çekti, Aleviler çekti ve solcular çekti" diye. Aynı fikirdeyim. Terör örgütü neden çıkar hiç düşündünüz mü? Aşağılandığı için, ezildiği için. Birde besleniyorsanız başka ülkeler tarafından bu kaçınılmaz. Siyasi platformda haklarının olduğunu düşünüyor, ve sadece böyle olabileceğini düşünüyorum. Silaha, Savaşa, zorbalığa hep karşıydım, hep karşı olacağım. Ama o terörü yaratan unsurlarında farkındayım.

Benim böyle düşünmem Ülkemi sevmediğimi değil, tam tersine çok sevdiğimi gösterir. Çünkü ben o ülkenin kültürü ile büyüdüm, tarladaki buğdayın, değirmende una, undan hamura, hamurdan fırına nasıl ekmeğe dönüştüğünü bilerek yetiştim. Emeğin değeri sürekli yanıbaşımda oldu. O ülkenin atasözleri, yöresel deyimleri, masalları, ninnileri ile büyüdüm. Müziği'ni kulaklarıma ve yüreğime işledim, folklorunu sevdim, insanlarını sevdim, çocuklarımı o dille büyüttüm. Ne diye o ülke hakkında yorum yapamıyorum? Bal gibide yaparım. Uzakta olsamda orasıda benimde ülkem. Yaşadığım ülke benim değil, doğduğum ülke benim değil, ben nereliyim o zaman?

13 Aralık 2015 Pazar

Eski Misafirperverlikler..

Mudunu
Uzun kış gecelerinde insan ne kadar çok şey anımsıyor geçmişe yönelik. Hele birde günlerdir sis çökmüş ve hiç kalkmıyorsa. Ufkun daralmışsa. Anılara sarıyor insan, bi çıkış yolu gibi. İlginç olan hep güzel olan şeyleri hatırlıyorum Kötü olanları unutuyorum. Bu hepimizde aynı mı, işte onu bilmiyorum? Insanın mutlu geçen çocukluğu geleceğe ışık tuttuğu gibi, gelmiş olan, o "gelecek" tekrar o ışığı geçmişine çeviriyor. Günümüzde artık olmayan şeyleri gülümseyerek hatırlayıp, yazarak benden sonrakilere sönükte olsa ışık tutmak istiyorum.

Türkiye'nin her yöresinde vardır bu misafirperverlik. Tüm Avrupalıların Türkiye gezisi sonrası söyledikleri ilk kelime şu, "Gastfreundlich" yani ülkemizin "misafirperverliği" akıllarında kalan ilk şey oluyor.  Bu güzel bir şey, evet, ama asıl misafirperverlik çok eskidendi. Hiç bir çıkarı olmadan misafire hürmet etmek. Ben çocukluğumdan bildiğim ve gördüğüm misafirperverliği anlatmak istiyorum.

Yazları geceler çok kısa, ve köylerde bahardan, sonbahara iş çok olduğu için akşam oturmaları çok uzun sürmezdi. Zaten gündüz herkes birbirini, tarlada, bahçede, bostanda görüyordu.

Tüm mevsimlerin çok güzel olduğu Mudurnu'nun kış mevsimi masal gibiydi.
Çocuklar dedelerinin elleri ile yaptığı ahşap kızakların altına sarımsak sürerdi ki daha hızlı kaysınlar diye. Öyle Heidi gibi kızakla kayarken şalımızın bir ucu mutluluktan uçmazdı, çünkü şalımız yoktu. (Ama onunda ayağı çıplaktı, aslında hiç farketmedik, Peter'in pabuçu varken Heidi'nin yalınayak oluşunu. O çıplak ayaklı çocukların gerçek bir hikayesi varmış aslında İsviçre'de, bu gerçeği İsviçre hiç gün yüzüne çıkarmamış, şimdi hesaplaşmalar var, ama içlerinde, dışa yansımıyor) elbette konumuz bu değil şimdi. Konuyu dağıtmadan, devam.
El emeği ile örülmüş renkli hırkalar, altında pazen pijamalar, Üstüste giydiğimiz çoraplar, veya ninelerimizin ördüğü yün, konçlu patiklerin üstüne Ankara lastiği giyip çıkardık. Hiç mi üşümezdik? Üşürdükte, üşüdüğümüzü hissetmezdik eve gelene kadar. Akşam sıcak bir tarhana çorbasını içerken iyice mayışırdık sofra başında. Çorba kaşığını ağzımıza götürürken uyukladığımı, uyuklarken kaşıktaki çorbayı dökerken uyandığımı, döktüğüm çorbaya ninemin kızmasıylada uykumun tamamen kaçtığını bilirim. Sofra adabı çok önemliydi onun için, döke saça yemeyi hiç sevmezdi, hele hele bütün parmaklarların yemeğin içinde olması akıl dışıydı. Eğer elle yenilecekse sadece başparmak ve işaret parmağı ile olabilirdi. Ama huy herhalde hala döke saça yerim, bilenler bilir. En son İstanbulda kahvaltıdayım arkadaşlarımda. Beyaz masa örtüsünü yumurta ile sarıya, domates ile kırmızıya, zeytin ile siyaha boyayınca, bana "bileydim, serpme kahvaltı hazırlardım, bilemedim, affet demiştide, gülmekten işemiştim bide. Ben helaya koşarken arkamdan, "rahat ol, döke saça git" dediğinde ise yere yığılmıştım artık gülmekten, ve koyvermiştim. Buda günümüzün misafirperverliği işte.

Konu konuyu açıyor. Birde asıl konuya girebilsem. Neyse çocukluğumun misafirperverliğini anlatmak istiyordum; işte o uzun kış gecelerinde, köyde insanlar birbirini ziyafet ederdi. Buna "otumakçı" denirdi. Yani oturmaya gelen insan. Elindeki yanan fener ışığında gölgesi kendinden uzun insanların sesi gideceği ev ahalisi tarafından duyulur, " bi gelen var menemme (herhalde) diyerek gaz lambası ile karşılanırdı. Zaten kapılar hiç kilitlenmezdi. Hala öyle galiba köylerde. Sonra "buyrun buyrun, hoş geldiniz Sefa geldiniz" denirdi. Halbuki gündüz zaten herkes birbirini görmüştür. Sanki uzun süre görüşmemiş gibi, herkes günlük kıyafetini çıkarır, gezmeye gider gibi güzel giysilerini giyerdi. Bu aslında bi saygı ve sevgi gösterisidir, ve güzel bir şeydir. Gelenlerle tokalaşılır, büyükse eller öpülür, yaşlılık derecesine en güzel yere oturtulurdu. Sonra arkalarına rahat etsinler diye yastıklar konulurdu. Çaylar demlenirken, sanki uzun zamandır görüşülmemiş gibi bir sohbet olurdu. Kimi pazarda tereyağını kaçtan satmış onu anlatırdı, kimi ıspanaklara, pırasalara gübre attığını, kimi topladığı mantarları, kimi tavşan avında yaşadığı macerayı, kimi Çılbır parasını konuşurdu.  Bazen Demirel ve Ecevit'in muhabbeti olurdu. Ama ben anlamazdım. O zamanlar siyaset siyasi bir dille konuşulur, çocuklar anlamazdı. Şimdi öyle mi? Ülke liderleri öyle basit konuşuyorlar ki, çocuklar bile endişe ve korku ile izliyorlar. Konu hep bi taraftan günümüze sıçrıyor. Devam ediyorum.. 

Tüm bunlar olurken ev sahibi hem muhabbete dahil olur, hem hizmet ederdi. Mutfaktan çay bardaklarının dizildiği tepside içine konan çay kaşıklarının sesi müzik notalarını anımsatırdı bana. Kim demli, kim açık içiyor bilinir, bardaklar ona göre dizilirdi. Çaylar bardaklara doldurulur, en yaşlı olandan başlanarak ve eğilerek sunulurdu. Çayı biten sürekli gözetlenir, hemen boşlar alınırdı. Eğer çay kaşığını bardağın üzerine ters şekilde kapatmış, ziyade olsun diyorsa, bir çay daha istemediği anlamına gelirdi. Afiyet olsun, deyip bardak alınırdı. Çay kaşığı çay tabağının kenarında ise bir çay daha istiyorum anlamına gelirdi. Misafire herhangi bir şey istediği sorulmazdı. Sorulmadan sunulurdu. Çünkü sorsan, misafir kibarlığından, "hayır, yetişir" derdi. Evet istiyorum, diyen misafir olmazdı. Avrupa'ya geldiğimde bunun böyle olmadığını farkettim. Avrupalılar bir sunum yapmadan önce sorarlar, isteyip istemediğini, sen kibarlığını kullanıp hayır dersen, getirmez. Ama bu kültürü tanımak lazım. Onlar sorduğunda evet istiyorum dersen ayıp olmuyor. Eskiden bize bunun ayıp olduğu öğretildiği için zorlanıyordum, ve hep aç kalıyordum:) şimdi öğrendim ama, istiyorsam evet, istemiyorsam hayır, diyebiliyorum. 

Çay faslı bittikten sonra, kocaman bir tepside, yanlarına meyva bıçağı sokuşturulmuş meyva sunulurdu. Meyvalar bahçelerde yetişen elma, ayva ve kış armudu ağaçlarından. Bunlar sonbaharda toplanır evin en serin yeri olan hayat denilen yerde saklanırdı. Oraya girildiğinde heryer elma kokardı. Ve kış boyunca hiç çürümezdi o meyvalar. Bereli olanlar ayıklanırdı. Meyvalar yendikten sonra bir ucu ıslak, diğer tarafı kuru olan bir havluyu evin küçük kızı önce Islak tarafını sonrada kuru tarafını büyükten küçüğe tutardı. Herkes aynı havluya silerdi elini.. Önce Islak tarafına sonra kuru tarafına. Günümüzde bakacak olursak hiçte hijyenik değil, evet. Ama ne hikmetse günümüzde hastalıklar eskisinden çok daha fazla. 
Plastik yoktu o zamanlar, turşular küpte kurulur, yemekler çömleklerde, tavuk bahçede dolaşan, yumurtası yine o tavuktan, süt, Tereyağ, peynir, yoğurt inekten. Makarna, erişte, ekmek keza tarladaki buğday unundan. Biber, fasulye, domates, patates salatalık, pırasa, ıspanak, soğan, sarımsak, nane, maydonoz, dereotu, mısır, vs. Hep kendi üretimleri. Hastalık niye olsun ki? 

En son cam şişede kolonya sıkılır, ardından şekerlik ile şeker ikram edilirdi. Bir şeker alana, "tekrar buyrun" denirdi. Misafir ya bi tane şeker daha alır, yada "yetişir, sağol" derdi. 

Yatıya bir misafir geldiğinde, abdestlik, yani lavaboda ibrikten su dökmek için, sonrada kapıya çıkıp temiz bir havlu, yada peşkir ile dışarda beklerdik. Misafir odası diye bir oda vardı. O odalar sadece misafirler için açılırdı. En güzel döşekler serilir, el ile kabartılırdı. En temiz çarşaf ve yorganlarda yatırılırdı. Misafirden sonra yatılır, misafirden önce kalkılırdı. Misafirler gitmeden önce, ayakkabıları tek sıra halinde düzenlenir, tam giyecekleri hali alırdı. Kimse ayakkabısının diğer tekini aramak zorunda kalmazdı. Bütün gidenlere köy ortasına kadar refakat edilir, "gene gelin, gene buyrun" denirdi. 

Bu " Gene gelin, gene buyrun" deyimi aklıma hep şu yaşadığım olayı getirir. onuda yazmadan geçemeyeceğim.

Yıl 1998 galiba. Yine Türkiye'deyiz. Kardeşim Serdar'da var. O zamanlar Türkçe deyimleri pek bilmiyor. İzmirdeyiz. Elektrikler kesildi. Serdar'ı yukarı katta oturan evin yakınına mum almaya gönderdik. Gitti, alıp getirdi. Sonra daha oturmadan ben yine yukarı gidiyorum, dedi. Şaşırdık tabi, çünkü yukarı gittiği kişiyi ilk kez tanımıştı, ve yaşlı bir kadındı. Nedenini sordum, dedi ki, o teyze bana "gene gel, gene buyur" dedi. Ne gülmüştük. Ona bu deyimi nasıl anlattım o zaman bilmiyorum, ama aslına bakacak olursak ne kadar masum değil mi? İşte bunlar hep kültür farkı. Misafirperverlik farkı. Avrupalı bir insan hiç tanımadığı bir insana "gene gel, gene buyur" demez. Tanıdığınada demez, Böyle bi deyim yok çünkü.. Iyi Akşamlar dileyip gönderir. Ama tekrar gel, diyorsa bundada ciddidir. Bizde deyimler söylenir, ama ne kadar ciddilerdir bilinmez. Mesela o yaşlı kadın Serdar'a " gene gel, gene buyur" dediğinde ne kadar ciddiydi? 

Eskiden adetler bilerek, isteyerek yapılıyordu. Şimdi adet yerini bulsun diye yapılıyor.. 

Yer döseginde pinardan aksan suyla uyumak..



Misafor odasi..

bir diger misafir odasi.


6 Aralık 2015 Pazar

Aynı istikamette olduğumuzun farkında bile değiliz..

Ülkem dediğim yer gittikçe komikleşiyor diyemeyeceğim, maalesef trajikomik bir halide aşmış başka bir aleme doğru gidiyoruz. Düşünme gücümüz sıfır. Düşünmeyincede düşüncesiz şeylerle uğraşmayı insanlık sanıyoruz.

Bu düşüncesizliklere çoktandır tanığım. Ne zaman başka bi ülke ile boktan sorun yaşansa hemen protestolar başlar. İsrail ile "one minut" başkaldırılarında görmüştük hangi ürünleri sokaklara döktüklerini.. Ne oldu sonra. Hiiiç.
Pekeke li sandığı kişileri tekme tokat dövdükleri kişi MHP li çıktığının haberini okuduğumda gülemedim bile, tıpkı Fransa'yı protesto etmek için Hollanda konsolosluğunu basanları okuduğum gibi. Bayrak renklerini karıştırmışlar bu sefer. Biri dikey, diğeri paralel ama aynı renk. Ama kim farkına varacak? Zaten bu kadar farkında bir halk olsaydık çok daha farklı bi ülke olurduk.  O Yüzden şaşırmıyorum artık hiç bir şeye.

Son günlerde Rusya problemimiz var. Yine ülkemin çok entellektüel halkı çok entellektüelce bi karar vermiş. Neymiş bu? Rus klasiklerini okumama kampanyası başlatmışlar. Yesinler kampanyanızı! Sanki çok okur bir milletmişiz gibi. En basitinden "Gorki" kimdir desem bilmeyen çoğunluktadır. Belki solcu ve entellektüel kesim bilir. Ama yaşadığım ülkede sağcısında bilir, solcusuda. Bir şeye hakim olup konuşmak başka, hakim olmadan bol keseden atma bambaşka. Bizim halkımız gibi herşeyi bilen, ahkam kesen, sapla samanı karıştıran bir ülke halkı var mıdır?. Bilmiyorum. Zaten bütün Kürtler pkk lidir, hatta esmer görünen MHP li bile PKK lidir, Franzızlar Hollandılıdır, Koreliler Çinlidir, gülen kadın hallidir, hamile kadın sokağa çıkmamalıdır, çünkü cinselliği barındırır, ama 3-5 çocuk doğurmalı talîmatı gelir ileri gelenlerden, bu mümkünse cinsellik yaşanmadan olmalıdır, evini çam ağacı ile süsleyen dinsizdir, Ooooo, bütün bu saydıklarımı sakın paylaşmaya kalkma.. Hayatında hiç tanımadığın insanlar çok kötü yargılarlar, ne orospuluğun kalır, ne vatan hainliğin.   Sanane, diyesim var onlarada, ciddiye alırsam kendilerini bir bok zannedenler diye hiiiç oralı olmuyorum. Çünkü hakkaten ciddiye alınacak gibi değiller. Kişisel olarak ciddiye alınmıyorlar tabi. Ama ülke bunlardan geçilmiyor!

Akşam çok güzel bir film izledim. "Çekmeceler" bir insanın çocukluğunda yaşadığı travmaların çok güzel işlendiği bir film.
Ülkece yaşanan bir tavmanın sonuçlarını düşünemiyorum bile.
O filmden sonra, sosyal platformdan öğrendim bu Rus edebiyatını, yani klasiklerini okumama kampanyasını.. Sonra yorumlara baktım. Biri demişki, "ruslarında çok Dostoyevskindi" bi değeri " Oblomov öpsün sizi" tabi bunlar anlayanlar için çok anlamlı. Rusları edebiyatı değilde, kadınları ile
tanıyan ve bütün o ülke kadınlarına aşağılayıcı bir isimle "Nataşa" diyen bir ülkeye gelde edebiyatını anlat.

Ah cahillik sen nelere kadirsin? Ve cahillikten beslenenler.. Nasıl nefes alabiliyor sunuz?

Hayat bir matematik. Bunu ben demiyorum. Bilinçli insanlar söylemiş zaten.  En basit bir matematikle bayağı kesirleri ele alalım. Parçalara böler bu matematik. Bu parçalar paydalardır, farklı olabilir, ama aynı paydada birleşirler. Zaten çözülmez ise problem çözülmez. Ülkenin durumu bu, aynı paydada buluşamamak. Zaten o yüzden herkesin tahammülsüzlüğü, saldırışı, anlayışsızlığı, sapla samanı karıştırışı. Aynı paydada nasıl buluşulur? İşte bunun çözülmesi lazım.

Ben sadece bunların farkında olduğumu belirtmek istiyorum. Ama değişim için hiç bir fikrim yok. Belki kendiliğinden gelir herşey. Çünkü matematik yanlış.

Örneğin bu fotoğraf. Paydalarımız ne? Hepimiz farklı bir istasyondan bindiğimiz. Ortak paydamız ise aynı istikamete gittiğimiz. Farkımız ise bunun farkında olmayışımız.

2 Aralık 2015 Çarşamba

20.Yil...

20. yilin serefine bu sehirde..

Trenin penceresinden dışarıya bakarak ilerlerken, geride kalan sadece ağaçlar, nehirler, köprüler, evler değil, önceki hayatımıda geride bırakmaya gittiğimin farkındaydım. Sonra göğe baktım. Geride kalmadan benimle birlikte yolculuk yapan birde güneş vardı. Bulutlar'da geride kalıyordu. Sadece kalıcı olanlar ayrılıyordu diğerini geride bırakarak. "Evet" demeye 1 gün kala gelmiştim bu şehre.. 20 yıl önce tamda bugündü. O günkü duygularımı hatırlamıyorum ama, şimdi iyiki gelmişim o gün bu güzel yere diyorum. 


Dün bunları yazmıştım instagramda. 
20 yıldır o güneş benimle beraber. Elbette bazen hava şartlarına maruz kalıyor, tıpkı bizim gibi. O gün bu gün güneşle çok yakın arkadaşız. 

1 Aralık 95'i  3 yil önce böyle yazmisim..Eksiği var fazlasi yok...

Iyiyim böyle.. Daha nice Yıllara o zaman.. 


20 yil öncesine ait bu fotoyu buldum..

22 Kasım 2015 Pazar

Korkular, Endişeler, Duygular Cirit Atıyor..

Bugün yazmalıyım. Yazmalıyım ki, sağalayım, içimi dışıma getireyim, getireyim ki, içimi göreyim, yüzleşeyim, yoksa bana rahat yok bu hafta sonu. 

Soğuk bir Cumartesiye uyandım. Kar yağacak biliyordum ama inanmıyordum. Öğlen saatlerinde yağmaya başladı kar. Ama böyle ağır ağır yağmıyor, yılın ilk kar'ı olduğundan mı nedir, ergen gibi deli deli yağıyor. Kimi yukarı çıkıyor kar taneleri,  kimi sağa sonra sola, sonra balkon pencereme vuruyor delicesine ve heyecanlı. Kahvem ve sigaramla balkona çıktığımda görüyorum bunları. Ankara'dan blog arkadaşıma gönderdiğim kart ulaşmış, haberi geldi tam o anda fotosuyla. Onunda kartı bana dün ulaşmıştı. Bende ona göndermiştim kartlı fotomu. Küçük ama büyük mutluluk günümüzde artık bunlar. Çünkü, güne hangi acıyla uyanacağımız hiç belli olmuyor. 

Evet, bugün neden yazmalıyım, nereye dökmeliyim içimi? Gerçi kardeşlerime döktüm, yetmedi buradada yazayım ki, iyice boşalayım. 

Aslında ben çok rahat, ve olaylara geniş bakan biriyim. Yani evhamlı biri olmadım hiç bir zaman. Günümüzün tabiri ile "cool" oldum. Kendi hayatımla olsun, çocuklarımla olsun. Gereksiz korkularım hiç olmadı. Herşey olacağına varır dedim. Ilk kez bugün öyle cool düşünemiyorum. Annelik duygularım ağır basıyor ve korkularım eziyor beni. 

Neden mi? Bizim gençlerden Deniz olanı, bir haftadan beri Hamburg'a gideceğini söylüyordu. Dedim herhalde tatili ayarlamışlardır, iyi güzel. Gezmeleri görmeleri. Planlı Programlı olabilir. Dün öğrendim ki, bu gece yani Cumartesi gecesi saat 23 gibi yola çıkacaklar, 10-11 saatlik bir yol. Üç kişiler, ve araba ile gidecekler. Arkadaşının arabası ile, ve arkadaşı ehliyeti 2 ay önce almış. Birde laf aramızda o arkadaşını pek sevmiyorum. Ha neye dayanarak söylüyorum bunları? Denizin zaman zaman anlattıkları ile. 
Aslında bende gençken arkadaşlarımı sevmeyen büyüklerim vardı. Ailem demiyorum, çünkü annem yoktu. Ve ben bana güvenmeyen o büyüklere çok kızardım. Ve derdim ki; ben ilerde Çocuklarım olursa onlara hep güveneceğim, arkadaşlarına hiç laf etmeyeceğim. Noooldu, bende düştüm aynı noktaya. Hiç sevmediğim bir şey ama, korkularıma yenik düştüm işte.

Bugün çok dramatik bir sahne yaşadık. Akşam saatleri 22 gibi. Babaya söyledi gideceğini. Baba istemedi. Ben gitmeni istemiyorum, dedi. Gülümseyerek, bende kendi tecrübelerimi kendim 
yaşamak istiyorum, dedi Deniz. Bu arada gitmesini hiç istemiyorum ya, Pasaportunu sakladım güya. Sonra içime sinmedi. Verdim pasaportunu, sen bilirsin dedim. Kucakladım, gitmeni istemiyorum, lütfen gitme, noolur gitme dedim. Ama bunları söylerken gözlerim yaşını kutluyordu. Ama o, anne lütfen böyle yapma dedi. Sonra çekildim önünden, o zaman güle güle dedim. Çıktı gitti. Ben balkona çıktım. İçim buruk. Neden doğru dürüst yolcu etmedim diye suçluyorum kendimi. Ve o iç rahatlığı ile gidemeyecek. Aklı evde kalırsa diye kendimi suçluyorum bu sefer. Hiç bir şekilde mutlu olamıyorum. Ne bu şekilde gitsin istiyorum, nede gitmesin.. Balkonda otururken "babam ve oğlum" replikleri aklıma geliyor falan. Sonrada, gitmek isteyenin önünde dağlar olsa engel olamaz repliği. Belliki kararlı. 

Sonra ona, onu çok sevdiğimi mesajla gönderdim. İçi rahat olsun, aklı evde kalmasın diye. Şöyle yazmış bana. 


E ben bunu okuduktan sonra daha bir duygusal oldum. Aslında ikimizde birbirimize kıyamıyoruz, ama yapacağımızı yapıyoruz. Sonra bizim kardeşlerle olan gruptan yazışmaya başladık. Bizim oğlanlarda o grupta. Ben bu hislerimi yazınca, "rahat bırakın gençleri", "onların zaman ve mekan algıları yok", "macera ne güzel şeydir", "Gençler'e biraz olsun güvenin", "sende zamanında gezmediğin yer kalmadı", seni duyanda sanki Oğlunu Şırnak'a askere gönderiyon" diye yorumlar gelince, bende ha Hakkari ha Hamburg diye espiri yaptım, güldük. Deniz, önceki yorumlara, "yaşa be dayı" diye yazdı. Demekki İsviçre sınırları içindeydi hala diye düşündüm, zira yurt dışında interneti yok, belkide gitmez diye sevindim. Sonra bir mesaj biz sınırdayız, hadi Hoşçakalın.  Gece 24 e geliyor saat ve onlar hala İsviçre sınırında. Daha 10 saat yol gidecekler. Yani denem o ki, anneler hep kötü bi şey olur mu  endişesi taşırken çocuklar keyifte. Umarım çok keyifli geçer. Ve benim bu korkularım boşunadır. 
Ben birde kendimi tanıyamıyorum, böyle şeyleri onaylayan biriydim, noooldu bana? Nedir bu endişe, korku, güvensizlik? Yaşlılık mı? Dünya'da olanlar mı? Tamam bizi dinleyip gitmeseydi, sadece bizi mutlu etmiş olacaktı? Ya onun hissettikleri? İstediği bir şeyi yapamamanın eksikliğini yaşayacaktı. Bu eksiklikler çoğaldıkça mutsuzluğu artacaktı. Bunların bilincindeyken bu neyin nesi? "Çok gezen tavuğun ayağından bok eksik olmaz" atasözleriyle serpilirken biz genlerimize işlemiş herhalde bunlar. Umarım güzel ve eğlenerek gider ve geri gelir. Şu an tek istediğim şey budur. Uyuyamıyorum bu gece ben. O kadar yoğunum ki kafamda. Kimbilir birazdan nasıl rüyalar göreceğim. Böyle işte. Önce tecrübeler ediniyoruz, sonra bu tecrübeleri çocuklarımıza korkular ve endişelerle yüklüyoruz. Bu ne yaman çelişki demezler mi adama? Birde şu an TRT Türkü de dinlediğim Türküye ne demeli? "Buda gelir buda geçer ağlama"


Boncukta hic istenedi hep ayaklarina dolandi, sanki gitme abii diyordu.

14 Kasım 2015 Cumartesi

Bir Düğün Hikayesi..



Naciye-Hazalin Dügününden Notlar.. 21-22 Agustos 2015
Yakın bir zaman önce yaz tatilinden dönünce hemen iki hafta sonrasında tekrar Türkiye'ye düğüne gitmeyi, gidebilmeyi hiç zannetmiyordum. Ama gelin olacak kızımız ne kadar derinden istediyse bizimde orada olmamızı, herşey denk geldi ve biz ailecek yeniden Uşak/Banaz'da aldık soluğu. Aslında en son Uşak tatilimdede güzel vakitler geçirmiş, güzel bağlar kurduğumuz için bende düğünde olabilmeyi yürekten istiyordum. Biz gidemesekte bizim gençler planlamışlardı bile. Zira ilk kız kuzenleri evleniyordu. Düğünden iki gün önce davetiyede ulaşmıştı. Üzerine güzelde bir not düşmüştü Hazal. 
Kina ve Dügün davetiyesi..
Hemen uçak biletlerine baktım, hiç olmadığı kadar ucuzdu biletler. THY Hazal evleniyor diye özel bir kampanya başlatmış herhalde dedim:) önce iki bilet aldım, sonra üç oldu son olarak dörtledik. Birde baktım hep birlikte uçuyorduk bile İzmir'e doğru. Bu sadece geline değil, banada sürpriz olmuştu. 21 Ağustos, tam kına gecesinin olacağı sabahı saat 03.00 gibi vardık eve. Evin ışıkları sönmüş, yoğun geçecek bir güne hazır olmak için hepsi uyumuşlardı. Kiraladığımız otomobilin farları pencerelerine süzmüş olmalı ki, biz daha  otomobilden inmeden, bir bir yandı evin ışıkları ve gelin olacak kızımız Naciye-Hazal bizi bahçede karşıladı. Ardından Eda geldi koşarak. (Naciye-Hazal, bizim çocukların kuzeni, eşimin abisinin kızı, aynı zamanda benim eltimin, Eda'nın ablası, sanırım anlaşıldı:)) ) Kucaklaştık, mutluyduk hepimiz. Uykumuzda kaçmıştı, ama kuyruğundan yakalayıp uyumaya çalıştık. Malum aynı gün kına var, ardından düğün var. 
21 Ağustos öğlen vakti, kuaföre gittik. Kuşkusuz bu özel günlerin en gereksiz zamanı kuaförde bekleyerek geçirilen zaman. Kına ve düğün töreni kuafördeki merasimden daha kısa sürmesi bana anormal geliyor. Bu duruma bir son verilmeli..
Ama ben o an'ı güzelleştirmek adına buradan götürdüğüm pembe şarabı, sabahtan atmış olduğum buzluktan çıkarıp, çantama koymayı unutmadım. Neon renkli bardaklarıda yerleştirdim. Orada beklerken çıkardım şişeyi. Grubumuzdaki alkole karşı olanlar bile kızılcık şurubu niyetine içtiler, pekte sevdiler. Bir şişeyi 6 kişi paylaşınca üç yudum anca düştü tabi. Bu bile güzeldi. Ben saçlarımı hiç beğenmedim. Hiç yapılmasaydı ondan iyiydi, bu kadar yani. Neyse, gece benim gecem değil, gelin olacak kızımızın kına gecesiydi. Ve o en güzeliydi, gülüyordu, mutluydu. 

Bu kına gecesi ve düğün sıradan olmadı. Özenerek hazırlanmış, planlı programlı, hem geleneklere bağlı, hem modern bir düğünün senteziydi. Zaten bu yüzden yazmak istedim.
Yer Uşak/Banaz. Ankara-İzmir otoyolunun kenarında bir ev. Evin önü alabildiğine geniş, asma ağacının altında yıllardır oturup sohbet ettiğimiz yer bu sefer bir kına gecesine ev sahipliği yapacaktı. Evin üst balkonundan dışarıya doğru bir sırığın ucuna renk renk yazmalar, bez parçaları bağlanmış ve asılmıştı, bu evden gelin çıkacak anlamına geliyormuş. Bahçe süslendi balonlarla, ve kuşe kağıtları ile. Müzik sırasını gelin daha önce hazırlamış ve vermiş müzisyene. Hepimiz giyindik kuşandık, kurulan sandalyelerde yerimizi aldık, müzikle birlikte bir ayaklandık bir daha oturmadık sanki. En azından Hazal hiç oturmadı. Hepimiz çok eğleniyorduk. Gelin hiç  yememiş içmemiş, hangi saatte ne olacak planlamıştı. Kına yakılmadan hemen önce babası ile dans ederken, göz göze geldiklerinde birden sarıldılar. Artık sadece yüreklerindeki müziği dinliyorlardı. Yuvadan uçuşun nağmesiydi,  24 yıllık birlikte geçen yaşamın nağmesiydi, mutluluğun ve aynı zamanda tatlı bir hüznün nağmesiydi. Hepimizde duygusal bir etki bıraktı bu an. Gerçi burada seçilen müziğin sözleri damardan veriyordu o duyguyu. Bu şarkıyı Hazal'ın  seçmediğini öğrendim. Çünkü mutluluktan ağzı kulakları ile kanka olmuştu. Zaten küçüklüğünden beri sürekli gülen bir yüzü vardı. Zaten üzülmek için bir nedende yoktu, sonuçta sevdiği ve istediği kişi ile yola devam edecekti. Hemen müzik değişti, yine herkes coştu. Müziğin böyle bir gücü var işte. 

İlerleyen saatlerde artık kına merasimi için kostüm değişimi için biz ileri gelenler:) ve arkadaşları çıktık yukarıya. O tipik Osmanlı kostüm dışında, Balkan folklorüne uygun yöresel bir giysi seçmişti. Izmir'e gitsede o bir Göçmen gelini olacaktı. Beyaz işlemeli göynek, kısa kırmızı işlemeli saten yelek, saten kırmızı şalvar, ve çiçekli bir fes. Kızların başında rengarenk fesli tüller, gökkuşağı gibi, ellerde zilli kasnaklar, şıkır şıkır..
Testiyi kirmadan önce 
Testi kirildi, sekerler ve paralar dagildi










Kına merasimine hazırdık. Damat sandalyeye oturdu, gelinin elinde testi, içinde bonbon ve küçük paralar, yine bir Balkan müziği ile damadın etrafında endamlı bir şekilde dans ederek döndü. Ve sonunda testiyi damadın önüne, yere fırlattı, testi kırıldı, bonbonlar ve bozuk paralar etrafa dağıldı. Eğer testi kırılmazsa evliliğin güzel geçmeyeceğine inanılırmış. Artık gelin nasıl bir kuvvet kullanarak attıysa yere tuz buz oldu o testi:) bozuk para          bereketi, bonbonlar ağız tadını simgeliyormuş. Sonra damadın yanındaki sandalyeye oturdu. Başına allık (kırmızı bir örtü) örtüldü. Ve o klasik türküyü, "yüksek yüksek tepelere kız vermesinler, annesinin bir tanesini hor görmesinler" Candan Erçetin seslendirdi. Gelin dışında herkesin gözünden damlalar inci gibi düştü. Aslında kimse ağlamıyordu, kendiliğinden akan damlalardı bunlar. Ama buda uzun sürmedi, kına yakıldı, küçük altınlar kayınvalide tarafından avucuna kondu, üzerine kırmızı güller konduruldu, ve oynamaya devam edildi. Tamamen bir duygu seli vardı.. Kâh çılgınlar gibi oynuyor, kâh ağlıyor, kâh yeniden onuyorduk.
Kiz kardes aglamakli ve üzgün..

 Gece 12 de müzik yasak olduğu için, Harmandalı ve halayla bitirdik geceyi. 12 yi biraz geçti ama olacaktı o kadar. Pat diye biter mi hiç müzik?  Bitirdik derken müzikli kısmını bitirdik. Davetliler gitti, kaldık biz bize. Bahçeye oturduk hepimiz. Kimi rakı içiyordu, kimi bira. Şarkılar, türküler söylüyorduk. Sabah 3.30 gibiydi hala oturuyorduk. Sanki ertesi gün düğün olmayacak gibi rahattık. Bi ara gelin yok oldu. Sonra kız kardeşi. Bi süre sonra aşağıdan hep birlikte "Ha-zal, bu-ra-ya ge-le-cek" diye slogan atsakta Hazal'ı o gece bi daha göremedik. Meğer biz sloganı atarken o lavaboda kusmakla meşgulmüş, ve sonrada yatmış uyumuş. Biz mi? Biz oturduk. Hatta halamız bize çorba pişirdi. Hep birlikte çorbamızı içip, sabah karşı uykuya daldık. 
Ertesi gün tabi erken uyuyanlar daha erken gittiler yine o kuaför merasimine. Bu sefer herkes başka kuaföre dağıldı ki, bana mantıklı geldi. Ama her ne hikmetse biz 4 kişi olmamıza rağmen, (gelin, annesi, kızkardeşi ve ben) yine uzun saatler bekledik. Racon böyle galiba gelin başı yapılan kuaförlerde. Bu sefer akşamdan kalma olduğumuz için bir önceki gün kadar enerjik değildik hiç birimiz kuaförde. Uyukladığımız zamanlar oldu. Enerji içeceği ile ayılmaya çalışsakta nafileydi. Bizi ayakta tutan sadece heyecandı.
Damat bizi almaya geldi süslü gelin arabası ile. Gelin uzun boylu ve o güzel gelinliği ile yapayalnız otursaymış yeriymiş o arabada. Ama birde biz vardık arkada oturan, bacaklarımız birbirine geçmiş ve milim oynatamadığımız bir şekilde 40 km yol, bize 400 km gibi geldi. Bunu bir Eda bilir birde ben. Hele onun dünden kalma şiş ayakları, ve çıplak ayakla oynadığı için, kırılan o testinin küçük parçalarıda ayağına battığından, o canının acısını ve hiç bir ayakkabıya sığamayışını hiç unutmuyorum. Kuaförden çıkıp ayakkabı almaya gidişimiz var birde hemde iki kere. Durmadan şişen ayaklarına ayakkabı alıyorduk:) Tamam bi kez benim için gitmiştik. Ama benim son dakikada aldıklarım çok güzeldi be! Düğün sonunda topallayarak gelsemde eve, güzeldi ayakkabılarım. Düğün sonunda canıma mal oluyorlardı gerçi, yanıyordum resmen, buna rağmen güzellerdi:)

Damadin cicegine müdahale:)
Neyse eve geldik, davetliler düğün salonundaydı. Gelin alma seromonisi yapılacaktı. Bunu görmek ve fotoğraflamak istiyordum. Dediğim gibi herşey usulüne göre olmasını istiyordu gelin. Bu yandaki foto küçük bir örneği, damadın yaka çiçeği belliki Hazal'ın istediği gibi 360 derece dik durmuyordu, her şey pörfekt olmalıydı:)
Baba geldi, kırmızı kuşağını bağlarken elleri titriyordu. Kucaklaştılar. Baba, gözlerinden akanları siliyordu parmakları ile, diğer elindeki mendiliylede terini. Boncuk boncuk yaşların hem teninden hem gözünden fışkırdığını gizlesede apaçık görünüyordu işte. Artık o evden tamamen gidiyordu o güzel kızı. Çok duygusal anlardı. Hele kızkardeşi Eda, o normalde sürekli birbirlerini yiyen kardeşler, (her kız kardeş gibi) nasıl üzgün, nasıl bitkin, nasıl ağlıyordu? Ben göz yaşlarımı fotoğraf makinamla kapatıyordum. Sürekli fotoğraf çekiyordum güya. Büyük bir seremoni ile merdivenlerden aşağıya indi, babaannesinin elini öptü, ve dış kapıda gelini almaya gelen damat ve ailesi güzel bir konuşma yapıp gelini aldılar. Dışarda davul ve zurna çalıyordu. Davul farklı bi enstrümandır. Uzaktan hoş gelir, yakındanda hoş gelir. Ama o vuruşlar duyguyla farklıdır. Bazen oynatır, bazen yüreklere vurur. Işte o an yüreklere vuruyordu o tokmağın sesi. 
dünyanin etrafinizda döndügü an..
Konvoy eşliğinde düğün salonuna vardık. Oradaki programıda yine gelin önceden planlamıştı. Yine müzik listesini, hangi saatte ne olacak, çiçeğini arkadaşlarına atarken hangi müzik çalacak,hepsini planlamıştı. Dangıl dungul bir düğün değil, planlı programlı, ve çok eğlenceli oldu, hem kına gecesi, hem düğünü. Hani derler ya, kına gelinindir, düğün damadın.. Biz kına gecesinde çok daha fazla eğlendik. Kına gecesinden şişen bazı ayaklar düğünde iyice iflas etmişti. Dikkatimi çeken ise gelini hiç otururken görmediğimdi. Öyle mutluyduki, sadece ağzı ile değil gözleri ilede hep gülüyor ve sürekli oynuyordu, üstelik çokta güzel oynuyordu.

Düğün sona geldiğinde bir hüzün kapladı yine ortalığı. Veda vakti geldi çattı. Gelin yakınlık derecesine göre bir bir başladı sarılarak vedalaşmaya. Arkadaşlarıyla vedalaşması bir ayrı hüzünlü, akrabaları ile bambaşkaydı, amaa en hüzünlüsü annesi, babası ve kızkardeşini kucaklarken oldu. Dakikalarca ayrılamadılar birbirlerinden. Sonra annesinin arkadaşları müdahale ettiler sert bi şekilde, biri dedi ki; "şimdi suratına vuru vuruverecem, kendine gel, kız birazdan yola çıkacak, ve bir sürü yol gidecek, sen böyle yaparsan, aklı sende kalacak, delimisin nesin?, mutlu ol. Ne güzel allı duvaklı gelin ettin, herşey çok güzel oldu, daha ne istiyorsun?" Dinledi bu sözü annesi. Elbette mutluydu kızı mutlu olduğu için, her şey güzel geçtiği için, ama ana yüreği o an başka çırpıyordu işte. Yaşanması gereken ne kadar duygu varsa yaşıyordu. Bunu çok iyi anlıyordum. 

Sonra dışarıya çıktık, planlarından sonuncusu olanı uygulamaya gelmişti sıra. Dilek fenerleri almışlar. Damat nasıl yapılacağını anlattıktan sonra 20 kadar feneri dağıttı. Bende aldım bir tane. Ama bi çoğumuz beceremedik. Bizim yanan fenerler uçmak yerine, yere çakılıyorlardı. Düşünce fenerin dışı yanmaya başlıyordu. Benimki öyle oldu, yanmaya başlayınca ayaklarımla çiğneyerek söndürmeye çalıştım hangi akla hizmetse? Tam bu sırada o çok sevdiğim ayakkabımın uzun topuğu takıldı mı fenerin teline. Bas bas bağırmaya başladı herkes. Yandım yanacağım. O çırpınışla mı çıktı, yoksa yardım eden mi oldu bilmiyorum ama bi anda kurtuldum o alev topundan. 20 fenerden sadece 2 si uçtu galiba. Diğerleri ya arabaların üzerine düştü, ya ağaç dallarına. Hepsi uçsaydı güzel bir görüntü olabilirdi, fikir güzeldi, ama oranin coğrafyasi bence uygun değildi. Belki bir deniz kenarında olabilir ama orada yapılmamalıydı. Yangın tehlikesi büyüktü.  Allahtan çevreye zarar vermeden bitti o aksiyon. Gece 12 den sonra gelini gelinliği ile Izmir'e uğurladık. 

Biz geride kalanlar o bağın altında sabahı ettik, " bu Yalçın'ların düğünü hep mi güzel olur arkadaş" dedik, horozlar öterek evet dediler. Güneş keza öyle yorgun gözlerimizin içine içine girerek.. Çok güzeldi herşey. Iyiki gitmişiz. Düğünler eş, dost, akraba ile olur. Hep mutlu olun Naciye-Hazal & İlhan.. 

Gelin olmus gidiyorsun, bize vedaaa ediyorsunn..



kuzenlerle son dans..

Kuzenlerle hatira fotografi..


11 Kasım 2015 Çarşamba

Evet, Ölümler hep aynı yere düşer..


"Ölüm hep bize mi düşer? Kazansak ölüm, kaybetsek ölüm" diye haykırıyordu bir ses bi kaç gün önce. Duydum ben o sesi. Bu sefer Silvan'dan geliyordu. Silvan'ı ilkokula gittiğim senelerde duymuştum. Dayım askerliğini orada yapmıştı. Acaba orası neresiydi ki? Çok uzak bir yer olmalıydı. Bugün ben o zaman bulunduğum yerden daha uzağım Silvan'a. Ama işte o sesler geliyor duymak isteyene. Kısa süre önce Cizre'den yükseliyordu bu sesler, seçim öncesiydi. Hani bir ana'nın yavrusunun cesedi kokmasın diye buzlukta yada buzlarla sakladığı dönemdi. Hani yine kokmasın diye "Çözüm Süreci'ni" buzdolabına kaldırdıkları dönemdi.. 

Düşün, biri soyut bir kavramı buzdolabına kaldırıyor, bir diğeri evladının cesedini! 

Siyasette söylenilen her kelimenin bir anlamı olduğunu anladım artık. Hani satır araları okunur ya, öyle bir şey işte. Kolayca kıvırmak için benzetme örnekler verilir. Örneğin, bitirdik yerine, rafa kaldırdık, dondurduk, veya şimdilik söz konusu değil, gibi. Bunlar hep ilerde yeniden kullanılmak üzere kurulmuş sözcüklerdir. Tıpkı şu günlerde başkanlık sistemi'nin yeniden konuşulduğu gibi. Bir kaç yıl önce bu konuda. "Böyle bir şey şimdilik söz konusu değil" diyorlardı. Burada önemli olan kelime "şimdilik" ti. Insanları geçiçi süre rahatlatmak. Ama yeniden gündeme geleceğini ben biliyorum, sen biliyorsun, ve bizim gibi düşünenler biliyor. Ya diğerleri, onlar bilmeden zaten herşeye evet diyor. Ve geldide zaten. Bugün bile, yani 10 Kasım'da bunu bi araya sıkıştırdı. Ve buda olacak, bunu biliyorum. Ha, kaç kişi o öldüğünde SAYGI duruşuna geçecek, onu bilmiyorum. 

"Çözüm Süreci" dedikleri şeyde, sadece bir kandırmaca. Adına önce "Çözüm Süreci" dendi, sonra "Demokratik Açılım", şimdi "Milli birlik ve Kardeşlik Süreci" oldu. Sürekli kelimelerle oynama. İçine bir "milli birde kardeşlik" koyarsak, tutar lan bu bi süre, sonra tutmazsa zaten buzdolabında dondurduğumuz süreç vardı, adı ne olursa olsun, onu tekrar çıkarır, ısıtır insanları oyalarız, şimdilik bu duble döşediğimiz yollara, onlar mayın döşemişler, deriz. kandırıldık mağduriyeti ile bir süre giderimiz var nasıl olsa diye gidiyorlar. Orada ölen gençler "şehit" olan askerler onların oğlu değil nasıl olsa. Hepsi kandırılıyor. Bu apaçık kendi yönetim biçimlerinin acizliğini ülke insanının anlayışı ile alay etmek, ve onları oyalamak gibi geliyor bana. Bu hem Kürt kardeşlerimize bir parmak bal, yada balsız işaret parmak göstermek, hemde diğer hepimize. Ortam, siyaset neyi gerektiyorsa ona göre parmak çalarım/gösteririm diyor açıkça. Nabza göre şerbet vermeyi çok iyi biliyorlar. Tabiki ülkenin yüzde 51,5 uğu o şerbeti sevmiyor.  Ha değil şerbet, nabza göre şarap verselerdi yine olmazdı. Çünkü ne zaman iyi bir şey yaptıkları düşüncesiyle bir şey yapsalar altından mutlaka bir Çapanoğlu çıkıyorda ondan. Böyle güvensizlik var diğer 51,5 ta. En azından bende. 

Mesela, seçimlerden sonra neden bi kaos yok? Neden ışid veya deaş bombalar patlatmıyor? Hükümet'te şimdi bunlar oldukları için mi? Daha önce kim vardı? Biraz beyninizi düşünmeye zorlarsak buluruz.. Ama kullanılmayan beyin nasıl zorlanır, işte onu bende bilmiyorum. "Işlemeyen demir pas tutar" ya hani. Ne bileyim atasözlerinden başlasak mesela okumaya. Hafif ve suni değilde, basit ve doğal düşünsek.. Bu ikisi arasındaki farkı bulamıyorsak, önce onu bulmaya çalışsak mesela. 

Hani yukarıda, sen öldükten sonra kaç kişi SAYGI duruşunda bulunacak bilmiyorum, dedim ya? Aslında biliyorum. Hiç kimse. Çünkü neden biliyor musun? Sen en az 3 en çok 5 çocuk doğurun diyorsun ama, çocuk sevmiyorsun, gençleri ciddiye almıyorsun, onları fazla düşünüyor diye öldürüyorsun. Ilk gördüğümüz gence ne zaman evleniyorsun, diye soruyorsun? Bir çocuğu severken bile ona eğilmiyorsunuz, o kanli ellerinizle çocuğun kafasını yukarı kaldırarak, yani kendi hizanıza getirerek sevgisizliğinizi gösteriyorsunuz. Beceremiyorsunuz sevmeyi. Öyle sırıtıyor ki! Siz Rabia yi seversiniz, Cemile'yi değil.. Ayaz bebeği değil.. Zaten Berkin'i hiç değil. Çünkü onun sapanı vardı.. Ben Rabia' yıda seviyorum, Cemile'yide, Ayaz'ıda. Cemile'yide ve diğer çocukları. Çünkü onlar çocuktu. Çocuklara ve Gençler'e gelecek sunmuyorsak ve sevmiyorsak öldükten sonra anılmayız. Belki mezarımıza bile işerler. 

Ve maalesef ölüm hep birilerinin payına düşüyor. Ama onlara asla.. 


7 Kasım 2015 Cumartesi

Hayat herkese ak'ta, bize kara midur??

İstinasız hepimiz çok şaşırdık 1 Kasım seçim sonuçlarına. Hepimiz diyorum, çünkü, o yüzde 49 buçuk bile şaşırmış. Yani ilk defa ülkece aynı noktada buluşup, bir şeye çok şaşırdık..
Şaşırmamızın elbette nedenleri vardı. 7 Haziran sonuçlarıydı bizi şaşırtan. Bir umut doğmuştu yine. Yine her zamanki gibi ülke halkı çok sabırlıdır, susar, görmezden gelir, ama nerde nasıl ses vereceğini iyi bilir teorisi yükselmişti. Hiç birimiz düşünemedik tabi, biz bunlarla oyalanırken onların yine oyun peşinde olduğunu. Meğer terörün âlâsını yapıyorlar ve bundan besleniyorlarmış.. Zaten Arena'nın onlara kaldığı zaman, bi ara seçim propagandası yapan d.oğlu bunu bir tv programı'nda bile dile getirmişti. 10 Ekimdeki Ankara olaylarından sonra oy oranlarının arttığını söylüyordu. Bu kadarda dürüstler bu tip konularda. Ama anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az misali.. Biz yine Sivrisinek dinlemiştik.

Diktatör bir baba'nın evinde estirdiği teröre benziyor bu. Kendimden biliyorum. Korkudan şimdilik sesleri çıkmayan çocuklar gibi, bu ülkenin diğer 51 buçuğu.. Bu çocuklar büyüyor elbet. Bunlar ya boyun eğip, kişiliksiz yoluna devam ediyor ezik bi şekilde, yada ses veriyorlar. Diğerlerine göre asi, isyankar olup, kıyameti koparıyorlar. Olsunda zaten. Bunuda yine kendimden biliyorum.  Bulansın ortalık, tekrar durulması için.  Yada bilemiyorum.. Çünkü, bütün bildiklerimide unuttum artık. Böylede allak bullak ettiler ortalığı. Ayırdılar, böldüler, çarptılar, çıkardılar, topladılar.. Matematik bile şaşırdı..

Her şeyin farkında olmama rağmen, bireysel bir şey yapamıyorsam, o zaman beni yine beni mutlu eden şeylerden beslenmeye devam ediyorum. Nedir bunlar? Fotoğraf çekmek mesela. Bu akşam üzeri evde tuz olmadığını farkedip en yakın markete giderken rastladım Boncuğa. Arada bir yine gelsede, eskisi gibi gelmiyor artık bize, artık dışarıdaki hayatı keşfetmiş. Darısı ülkemdeki insanların başına.. Dışardada bi hayat var!!! Hemde bambaşka.. 

Tanıdı ama beni. Peşimden geldi markete kadar. Yol üzerinde oynaştık biraz. Sonbahar yaprakları düşüyordu üstüne ve gocunuyordu bundan. Bir sürü fotoğraflarını çektim yine. Artık uzaktan seviyoruz birbirimizi. Arada bir uğruyor eve.. Gönül alma bâbında.. Anlıyoruz biz onu.. Evet bizim evin dışındada bir hayat var. O boyun eğmedi bizim ona verdiğimiz sosis, kibrit kutusu büyüklüğünde verdiğimiz peynir ve iki kaşık süte. Ona verdiğimiz sevginin hatrına geliyor. Yoksa ona verdiğimiz o bir avuç yiyeceklere kanacak kadar aptal olmadığını göstermişti bize. Kediler ne istediğini çok iyi biliyor ve o yüzden nankör ilan edilip sevilmiyorlar. Ben çok seviyorum kedileri. Ne istediklerini bilen kişilikli hayvanlar.

Ay, yeter icim disim sonbahar oldu, gökten fare yagsa bana yaprak düser a.q
Bugün Zürich'te Volkan Konağın konseri vardı. Çok istedim gitmeyi ama gidemedim. Insan yalnız başına bi konsere gider mi? Ben gitmem. Deniz'e söyledim, akşam üzeri, iki gün önce söyleseydin giderdik, bende seviyorum onu dedi. Başka programı varmış, elbette onun için önemlidir her ne ise o program, Taylan zaten bi kaç gündür bi garip. Yemek masasında duruşu bile yamuk. Belliki bir sorunu var. Konuşmaya çalıştım, ama konuşmak istemedi. Onada anlayış gösterdim. Artık neyse o derdi, sorunu, henüz sıkılmaya hazır bir sivilceye dönüşmemiş. Kendi kendine olgunlaşmasını bekleyeceğim. "Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi" şarkısını çığıracağım geliyor ama, Taylan bu.. Bambaşka şeylerde olabilir. Hayatı ciddiye alan bir genç. Belki uni de sorunları var. Bilemiyorum. Ama çözerim. Çok severim düğüm çözmeyi. Sabır ve sevgi ile gevşer zaten, sonrada gevşeyen o düğümün iplerini çekmek düzeltir. Karışmış bir kolye zinciri gibi. Parmak uçlarında hafifçe ufalayarak gevşemesini sağlamak gibi.

Volkan Konak deyince, belki konserine giderim diyerekten internetten ona ait bilgilere ulaştım. Yeni bir Albüm çıkarmış. "Aleni aleni" şarkısını dinledim bugün ilk kez YouTube tan. Belki bugün 66 kez dinledim. Şarkı sözlerinin içinde şöyle bir nakarat var " ah felek hep inadun banamidur, herkese ak'ta bize karamidur?" Hala dinliyorum bu şarkıyı. Belki 80 olmuştur bu yazıyı yazarken. Hala yukarıdaki yazdığım nakarat dışındaki sözleri ezberleyemedim iyimi..

Seviyorum ben Volkan Konağı. Söyle bir şey söylemişti bi ara, "beni herkes dinlemesin, beni faşistler dinlemesin, beni karısını dövenler dinlemesin, örneğin karısını öldürmüş bir adamın arabasında benim kasetimin, cd'min olması beni çok üzer, demişti. Sonra ben bunu İnternette araştırdım. Varya hani artık böyle bir huyumuz. En son üçüncü kızının olduğu haberi vardı. Ama ne kızlarının ne eşinin, hiç fotoğrafları yok hiç bir yerde. Ne güzel değil mi? Seviyorum böyle sanatçıları. Ama ben oraya gidebilseydim eğer, bir selfie çekelimmi diyecek kadarda cesaretsiz olurdum. Yapamam ben böyle şeyleri. Kendiliğinden gelişirse güzel olur böyle şeyler. Tıpkı geçenlerde Sunay Akın'la olduğu gibi. Yada önceki senelerde Banu Alkanla bi restoranda karşılaştığımız gibi:) ben onlarla değilde onlar benimle fotoğraf çekilmekten mutlu olsunlar istiyorum:)) ha elbette benden farklılar, hepsi güzel insanlar.  ama bende onlardan farklıyım.. Onlar herkes tarafından tanınan bir meslek içinde, ben tanınmayan. Buluştuğumuz payda şu, hepimizin insan olması. Ve bütün insanların yaptığı gibi kuru fasulye yiyip osurabiliyor olmamız. Kuru fasulyesizde oluyor tabiki bu insana dair şeyler..

Başka bu hafta güzel olan bir şey daha vardı. Oda şu; Aşure ayı ya. Ben geçen yıla kadar 30 yıldır Aşure yememiştim. Geçen yıl bir iş arkadaşımın annesi Aşure yapıp göndermişti. Çok mutlu olmuştum. Ve çok lezzetli yapmıştı. Mardinli, hiç tanımadığım bir kadındı. Sonra o Aşure kabını boş göndermek için bir kart yazıp, birde içine küçük bir çikolata koyup geri göndermiştim, kızı aracılığı ile. Ve kızına demiştim ki, sen okuma, bunu annene ilet. Kızı bana demişti ki; zaten ona ben okuyacağım bunu, annen okuma yazma bilmiyor. Dumura uğramıştım tabi.

Bu sene yine göndermiş. O nasıl güzel bir Aşureydi? Tadı, yoğunluğu. Mükemmeldi. Arada bir ağız ucuyla sordum ev ahalisine Aşure yermisiniz diye? Pek duyan olmadı, duyanda şimdi değil, dedi. Hepsini kendim yedim. Çok lezzetliydi. Allah kabul etsin mi denir, bilmiyorum. Ama her neyse o dilek, işte o olsun.. Ben yine ellerine sağlık dedim. Ama tanımıyorum ki o kadını. O zaman Aşure kabının içine badem özlü bir el kremi koydum, o güzel elleri ile seneye bana yine Aşure göndermesi dileğimle birde kart yazdım yine. Bunlar hep hiç tanımadığın insanlarla uzaktan kucaklaşma şeklidir işte. 

Ben hala şu şarkıyı dinliyorum bu akşam. Bu şarkıya nasıl coşmuştur Zürich bu akşam. Ama ben Berndeyim.