Sayfalar

30 Eylül 2016 Cuma

Almanya Gezim. Kirmes 2016

Eylül ayının son haftası bizim için hep önemli oldu. Eskidir hikayesi. Çok eski. Almanya'da yaşadığım yıllardan kalma. Orada yaşadığım yıllarda ve yerde  Kirmes (Panayır) olur. Bu Eylül ayının son haftasonuna denkgelir. Cumartesi başlar, Salı biter. Sadece 4 gündür. Bu hep bizim sonbahar tatiline girdiğimiz zamana denk gelir, dolayısı ile okullar tatile girince her yıl bu kirmese gitmek mümkün olur. Orada yaşarken zaten gidiyordukta, 15 yıldır hep buradan kirmese gidince, hem aile buluşması hem kirmes dahada bir anlam kazandı. Bayramlarda buluşan aileler gibi.

Geçtiğimiz cuma akşamı çıktık yola. Yıllarca çocuklar arkada ben direksiyonda gidip geldik. Şimdi ise ben arkada artık gençler'e bıraktım direksiyonu.

Akşam saatleriydi. günbatımına doğru yol aldık. Önce altın sarısıydı, sonra kızıllaştı hava. Morcivert bir bir renkten sonra çöktü karanlık. Hiç sevmem karanlıkta araba kullanmayı. Allahtan ben kullanmıyorum. 5,5 saatlik yolculuğumuzun sonunda ilk beklendiğimiz yere ulaştık. Gece 23.30 gibi yani. Karan bebek annesinin kucağında gülerek karşıladı bizi. Ilk kez teyzesini görünce güldü zannettim, meğer sürekli gülen mutlu bir bebekmiş:)



Sevgi dolu bir yemek masasına oturduk. Laf Lafı açtı, laf kutu açtı:)  Konuştukça konuştuk, keşke hiç sabah olmasa dileğimiz boşunaydı. Artık zamanın çok hızlı akacağını biliyorduk. Bebekli ev. Saat gece 2 gibi yatmayı becerebildik. Ertesi sabah, saat 8 gibi çocuklarla oynaştık yatakta. Sonra güzel bir kahvaltı. Aynı gün öğeden sonra Haan'da bütün kardeşlerin buluşma vakti geldi çattı. Evde değil, kirmeste buluştuk. Her zamanki bira standında. Kirmesin kendine has kokusu vardır. Standlara göre kokular değişir. Kavrulmuş şekerli bademler, pamuk şeker, şekerli patlak mısır, lakritz ve anis kokusu, kırmızı kırmızı elma şekerleri, körili mantarlar, kızarmiş karnabaharlar, turşular, Backfisch'ler, (ekmek arası balık, ama Türkiye'deki gibi asla değil) pizzalar, ve bir sürü diğer tatlar.. Buram buram kokular hoşgeldin der önce. Sonra müzikler. Tomruk gibi bokslardan çıkan bası içinde hissedersin güm güm güm. Herkes neşeli, herkes eğlenceli. Istesende surat asamazsın. Yani eğlenmek için neden aramazsın, o kirmesin havası seni eğlendirir zaten. E birde yılda bir kez gidip, kardeşlerle buluşunca bu eğlence ikiye, üçe, beşe katlanıyor. Sadece, yemek, içmek, konuşmak. Üç gün işe gider gibi kirmese gittik. Sadece kahvaltıyı evde yaptık. Kalabalık olduğumuz için iki masa kuruldu. Birinde gençler, diğerinde biz. Havada ilk kez bu kadar güzel. Hiç unutmam bi ara eldiven, bere, kaşkol, kalın gocuklarla yaşadık kirmesi. Ellerimiz titreyerek içmiştik biraları. İlk kez bu kadar sıcak bir hava vardı bu sene. Herkes şortlu, top askılı. Çok güzeldi. Eski tanıdıklara rastlamak, kınuşmak, artık çok farklı bakış açın olsada o kişilerle o kısa zamanla geçmişe gidebiliyorsun. 

Son gün iki şey yaşadık. Anlatmadan geçemeyeceğim. Biri komik ve bir avrupalının anlayamayacağı bir durum, diğeri çok kötü ve güzel biten bi olay. 

Kötü olandan başlayım. İsviçreye dönmeden bir gün önce yine biz geze geze gittik kirmese. Yedik, içtik, güldük eğlendik falan. Eve doğru yürürken birden cebimdeki Arabanın anahtarının olmadığını farkettim. Deli gibi defalarca ceplerimi yokluyorum. Yok, yok. Çantamı döküyorum yere, bir bir. Yok. Evde olmadığından eminim. Arka cebimdeydi. Evet, arabanın anahtarını onbinlerce insanın bulunduğu bir ortamda kaybettim. Ertesi gün yola çıkmamız gerek. Bunları düşündükçe bir soğuk bir sıcak sular dökülüyor üzerime.     Gençler biraz daha kirmeste dolaşmak için ayrıldı, diğerleri eve gitmek için. Bizde abimle, tek tek nerelerde olduk oralarda anahtar aramak için döndük. Önce bizim bira standına gittik. Aradık, taradık. Kasaya sorduk araba anahtarı bırakan oldumu diye? Yani bir umut sorduk. Hayır dediler. Gözüm yerlerde diğer yerlere yürüdük. Yok. Zaten kirmeste bir kayıp bulmak Loto'da 6 tutturmuş gibi bir şey olurdu. En son bir şeye binmiştik biz, balerina gibi ama daha farklı bir şey. Oraya doğru yürürken bizim gençleri gördük. Onlara sordum, Arabanın Anahtarı sizde mi diye? Evet, bizde demelerini öyle çok isterdim ki! Hayır dediler. Zaten neden onlarda olsun ki? Ama bunu çok istemiştim. Hani bir mucize olsun istedim. Hep birlikte son uğradığımız yere gittik. Gariptir, en son oraya uğramadan önce bizim gençlerden Deniz, basket atarak sevimli bir oyuncak eşek kazanmıştı. Kız arkadaşına götürmeyi düşünüyordu. Abim Denizin elinden alıp küçük Mila'ya verdi, o oyuncağı. Sanki Deniz veremiyormuş gibi. Buda ayrı konu ama, öyle bir olay oldu ki, Mila uykulu bir halde elinden düşürmüş o oyuncağı. Bunu bulan bir kişi almış gitmiş olmalı. Aradık, taradık.. Kasaya sorduk oyuncak Eşek teslim edildi mi diye? Yoktu tabi. Biz ikinci kez aynı kasaya araba anahtarı bırakan oldumu diye gittik. Kasadaki kadın kesin şunu düşünmüştür, bunlarda ne beceriksiz, bir eşeğini kaybediyorlar bir araba anahtarını! Eşeğiniz yok ama  arabanın anahtarı burda, demiş kadın. Işte o zaman var ya, nasıl bir sevinç, hüngür hüngür ağladım sevinçten. Asla inanmıyordum o anahtarın bulunacağına. Mutlu bir şekilde eve gittim o akşam. Yoğun bir gün geçirmiştik o gün. Erken yatmayı planladık. Herkes yattı, ben oturma Odasında yatıyorum, kardeşim Serdar'la birlikte. O bir kanepede ben diğerinde. Herkes yatınca bizim uyku açıldı. Dünden kalan yarım şarabı balkonda içtik birlikte. Bunu hala onlar bilmiyor:) bunu okurlarsa öğrenecekler:) Ama benim yakınlarım beni okumaz, o yüzden rahatım. Yıldızlar vardı havada. Birde şehrin ışıkları. 13. Kattayız. Göğe yakın yani. Ufuk alabildiğine geniş. Epeyce konuştuk. Zaten Anahtarı bulmuşum ve rahatım. Sonunda yine uyuduk tabi. 

Sabah ne oldu? Işte o da işin komik, ve biraz utançlı tarafı. Sabahın 9 u. Hepimiz uyuyoruz. Kapı zili çaldı. Bir tek ben duydum. Açsam mı açmasam mı diye düşündüm. Kapı büyütecinden baktım, sanki abime benzettim. Gözlüksüzdüm. Açtım kapıyı. Kır Saçlı bir adam, elinde bir büyük defter ve kalem. Dedi ki, içerdeki yangın alarm sistemini kontrol için geldim. Dedim, daha önce bildirdiniz mi bu tarihi? Evet, dedi. Dedim ben misafirim, bu evde Abim oturuyor, o şimdi evde değil. Sizi eve alamam. Bakın diyor, şu tarihte Geleceğimizi bildirdik, işim uzun sürmez, iki dakika bile sürmez. Tamam o zaman diyorum, alıyorum eve. Bütün odaların tavanında bir alet var, oraya değnek tutar gibi bir şey tutuyor, o ötüyorsa tamam işareti veriyor elindeki o deftere. Iyi de ben sandım sadece salonda. Meğer her odaya girecekmiş. Salondan sonra yatak odasına yöneldi. Van minüt, dedim orada insanlar uyuyor. Kapıyı tıkladın, Abim ve eşi kucak kucağa uyuyorlar. Dedim bugün alarm kontrolü varmış. Tüh, evet ya dediler, o gün bugün müydü diye kafa kaşıdılar. Evet, dedim o gün bu gün müş, yatın yatın dedim, iki saniyelik bir olay mış.  Onlar yatarken adam girdi, değneğini uzattı, öttü bir şey, sonra çıktı. Geldik diğer odaya. Orada kız kardeşim bebeği ile bir yatakta, eşi ise büyük çocuğu ile yer yatağında. Önce ben girdim, baktım asayiş berkemal, buyrun dedim adama. Adam burayada girdi, ölçtü, çıktı. Sıra son odada. Orada bizim gençler. Biri yatakta, biri yerde, biri kapı arkasında. Kapıyı açamıyosun. Ama her kapıyı önce ben açıyorum, sonra adama buyrun diyorum. Adam hangi odaya girdiyse kalabalık bir toplulukla karşılaştı. Adama çıkarken dedim ki, şok oldunuz değil mi? Evet, dedi adam. Açıklama gereği hissettim nedense? Dedim ki, Haan kirmesi için toplandık. Biz bunu her yıl yaparız. Anladım, dedi adam. Gerçekten anladı mı emin değilim. Aklıma daha çok şöyle düşündüğü geliyor, bizi kesin mülteci falan sandı, ama Almancayı ana dilimiz gibi konuştuğumuz için kafası karıştı. 
E bi avrupalının evinde böyle bir şey olmaz tabi. Genellememekle birlikte bu genelde böyledir. Işte bir kültür farkı. 

Sonra kahvaltı masasında bu konuyu konuştukça gülme krizine girdiğimiz oldu. Biz eğlenirken acaba o adam evinde ve çevresinde bu olayı nasıl anlattı? Nasıl bir algısı oldu? Bizi tanısaydı bu algı oluşur muydu? 

Hiç kimseyi tanımadan, kimseye dokunmadan, anlamadan, dinlemeden  ahkam kesmek, yargılamak bu kadar basit bir olgu işte. 

Sonra aynı gün hepimiz birer birer dağıldık. Önce Serpiller gitti, sonra Serdar. En son biz ayrıldık. Balkonda Nuray'la pembe şarap içip, sohbet ettik. Nasıl olsa ben kullanmayacaktım arabayı. Yine bir öğleden sonra çıktık yola. Akşam 21.30 gibi eve ulaştık. Evim evim, güzel evim dedim.. Gezmek güzel, ama evde olmakta güzel. Bu böyle. 





Knobel denen bir oyun, ve kaybedenin herkese jägermeister ikrami

Balik ekmek,Balik dev gibi ekmek kücücük..
Sadece kirmeste olan bir sey, o yüzden her gün Balikekmek, ve bira

21 Eylül 2016 Çarşamba

Cocuklari Ciddiye Aliyor muyuz? Yoksa Alay mi ediyoruz?

Bişeyi sürekli kendime soruyorum? Ama cevap bulamıyorum.. Diyorum ki mesela? Neden ben bu Hükümet'in her yaptığı şeyde bir çapanoğlu olduğunu düşünüyorum, ara sıra iyi bir şey yaptıklarını söyleselerde? Ben böyle bir insan değildim ki, iyi yapana iyi, kötü yapana kötü derdim. Hala derim. Derimde, yokki bu yöneticilere güvenim. Güvenin olmadığı yerde inanmak ve saygı yer edemiyor, barınamıyor. 

Dündü yine, maalesef yine haber izliyorum. Okulların açılış günü. Işte her biri bir başka yerde gövde gösterisinde. 15 temmuzla başlandı derslere. Küçük beyinlere bi algı operasyonu. Neyse geçtim bunu ben. Sonuçta güç meselesi. 

Ama şu konuya takıldım ben. Ülkenin koskoca Başbakan'ı memleketi Erzincan'da bir okulda güya çocuklara sempatik görünmeye çalışıyor, anısını anlatıyor, fıkra zannettiği bir şey anlatıyor, soruyor falan. 

Anısını pek anlamadım doğrusu, Anladığım şey şuydu, bir çocuğu ensesinden tutup havaya kaldırmış, sonra hepsi susmuş.. Böyle birde yavan yavan gülerek anlatıyor. Ne bu şimdi? Ama böyle bunların çocuk sevgisi.. Kendileri eğilmezler çocuğa, kafalarından tutup kendi hizalarına getirirler. Bunu gördük daha önceleri. Hatta insanlarla alay eden bakanlar vardı. Örneğin, "beni sevdiğine nasıl inanıyım, bir takla atta göster sevgini" gibi gibi gibi bir sürü şey. Sevgileri bile saygısızca. 

Neyse, bitmedi anıları sonra bir fıkra gibi yada  bilmece gibi bir olay anlattı. İşte zamanında o olula giderken müfettiş gelmişte, sorular karşısında ezilmişlerde, ama bir soru daha varmış ki, o da şuymuş; " horoz suya mı yumurtlar, samana mı? Sorusu. Bunu dinleyen bütün ilkokul çocukları "samaaaaaan" diye bağırdılar. Gülerek,  "İşte bizim çocuklarda o zaman aynı cevabı verdi" dedi. Ve sonra müfettiş demiş ki; Erzincan şivesi ile güya. " kolay soru gelince nassıda bılıysınız" 

Bu ne şimdi? Alay mı etti o çocuklarla, dalga mı geçti, espri mi yaptı, empati mi yaptı, ne yaptı? Ben anlayamadım? Hakkaten anlayamadım? Gülemedimde anlamayamadığım için. Yani benim anladığım gibi ise eğer sinir oldum. Bence alay etti gibi. Lütfen, biri bana anlatsın! Ben mi yanlış anladım???

18 Eylül 2016 Pazar

Güle Güle Tarık Akan...

Dün akşam başka bir konuyu yazmak için oturmuştum. Yazdımda.. Ama bitmemişti. Geç olmuştu saat, yatayım yarın yazarım dedim. Bu son dönemlerde hep böyle olmuyor mu? Bir şey düşünüyorsun ve yazıyorsun, blogda yayınladın yayınladın, yayınlamadınsa ertesi gün çok geç artık. Hükmü geçmiştir. Çünkü öyle bir olay olmuştur ki, o dünkü düşündüğün romantik şeyler sıfırlanır.. 

Bu hep böyle oldu son iki yıldır bende. Taslaktakilere baktım o kadar çok şey yazmışımki, bazılarına göz atarken bile bunları ben mi yazmışım? dedim. O anki ruh halimle kurduğum cümleler ahenkle dans etmişler. Yazılarımı gündüz okursam sevmiyorum, gece okursan bayılıyorum. Ben normalde her gece yazarım. Bitmezse o yazı, ertesi gün devam ederim diye bırakırım. Ama ertesi gün öyle bir şey olur ki, utanırsın başkaları adına, sessiz kalırsın, yarım kalırsın.

Dündü, gece yine bir yazı yazmaya başladım. Ertesi gün devam etmek üzere bıraktım, çünkü çok geç olmuştu. Bu sabah Tarık Akan'nın öldüğü haberini okudum. Dondum kaldım. Daha bi kaç hafta önce okumuştum o sinsi hastalığa yakalandığını. Nasıl bu kadar çabuk ilerledi ve esir aldı o koskoca adamı çok şaşırdım. Üzüldüm. Hakkaten çok üzüldüm. Sanki tanıyormuşum gibi? Ama tanımıyor muyduk? Hepimizin evinde değil miydi? Hepimizin hayatına dokunmadı mı?

Daha 11-12 yaşlarımda klasik Yeşilçam filmleri ile tanıdım. O zamanlar yakışıklılığı ön plandaydı. Sonra bi haller oldu ona. Böyle değişik filmlede oynamaya başladı. Bıyık sakal bırakmaya başladı. Bir gece hiç unutmam, Almanyaya geldiğimde 80 li yıllarda alman televizyonunda "Yol" ve "Sürü" filmi vardı. Türkçe bir film diye oturduk izledik gecenin bir saati. Sandım ki, İstanbul yalılarından birinde zengin kız ile fakir erkeğin aşkı. Bi baktım, eski Tarık Akan filmlerinden eser yok. Bu ne ya, dedim? Delirdi mi bu adam? Ben hala ülkeyi çiçek böcek, hayat güllük gülistanlık, Tarık Akan- Gülşen Bubikoğlu ile aşk filmlerinden ibaret sanmıştım. Meğer öyle değilmiş. Beynim zorlandı o dönemler. Anlamak için beyin zorlanmalı.  Evet, bakış açımızı değiştiren sanatçılardan oldu. Düzenin bozukluğunu anlattı. Doğruları gösteren oldu. Gerçek bir sanatçıymış. Bende sonradan anladım. Ama anladım. Anlamayan bir çok kişi var. İşte o zaman diyosun ki, bu insanlar boşa mı kürek çekti? Ama cevabım yine hemen "hayır" oluyor. Onlar eserleri ile iz bırakanlardan oldular ve hep yaşayacaklar.

Gerek whatsappa geldi "bunu gördün mü? diyerek, gerek diğer sosyal yerlerde okudum çirkin yazıları. Ciddiye bile almadım. Tarık Akan'ı anlamadıysa onlar zaten, bende anlatamam. Hiç muhatap bile olmam, ve dahi okumam.
Zordur bizim ülkede, sanatçı olmak, gazeteci olmak, kadın olmak, daha doğrusu insan olmak, insanca yaşamak.

Çok üzüldüm bugün ben. Hani her ölüm erkendir ya, ama bu ölümde Kemal Sunal gibi çok ama çok erken olmadı mı? 66 yaş nedir ya? Bir daha hiç bir yeni filmini izleyemeyeceğiz. Bu düşünce bile ne kadar kötü hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm. Ve çok kötü oldum. Akan bir pınar'ın birden kuruması gibi geldi bana.  Filmlerini merakla beklediğim iki sanatçıdan biriydi. Biri Şener Şen, biri Tarık Akan. Bu ikisi hiç şaşırtmadı beni? Onları sevdiğime pişman etmediler.  Değişenlerde oldu. Olabilir. Hiç kimseyi bu yüzden itin götüne sokmadım. Insandır, değişir, şaşar, beşer. Herkesin gittiği bir yol vardır. Fikrine uymuyorsa uzaklaşırsın. Ama, saygısızca küfürlü, beddualı yazılar nedir ya? Korkunç bir ülke oldu Türkiye. Saygı, sevgi, anlayış, hoşgörü hakketire. Neredeyse TDK  sözlüğünden kalkacak bu kelimeler. Çünkü kelimenin karşılığı yok.
Tarık Akan'ı şüphesiz herkes izledi. Ve çok sevdi. "Hababam Sınıfını" en azından herkes izledi. Sağcısı solcusu falan. Herkes çok güldü. Parantez açıyorum ( hey sen, seni güldüren bir insana öldüğünde nasıl küfür edebiliyorsun?)  Demek ki onlar benim 12-13 yaşımdaki gibi kalmışlar, büyümemişler, gelişmemişler, boş beyinden dolu zikir çıkar mı? Çıkmaz.! Hiç okumadım bile negatif yazıları. Sadece oku diye gönderilenlere göz attım. Gülüp gecmek istedim, ama gülemedim ki!  Şu soru belirdi bende, ölmüş bir insan için nasıl bu kadar acımasız olabiliyor ve ah edebiliyorsun? Bir atasözü vardır, yada bir deyim, bizim ellerde söylenir, "her eve gelin girmez, ama her eve ölüm girer" gibi. Bir gün hepimiz öleceğiz işte. Bu hepimiz için eşit. Sevmiyorsan bile ölüye saygı diye bir şey var. Ben örneğin, aklımıza kim geliyorsa düşman olduğunuz, veya benim! Siz anladınız onu! O zaman bile göbek atıp oynanam, lanet okumam, bir yerlerde Canı cehenneme bile demem. Sessiz kalırım. Ölmüş o insan artık, savunamayacak kendini? Kopmuş bu Dünya'dan, hiç bir hesabı olamaz maddi dünya ile. Toplumlar ölüye saygısı ile anılırdı. Ve bizim toplumumuzda ölüye saygı vardı. O artık yok!! Bir şey çok olunca değeri düşer ya hani, demekki diyorum ülkede ölümler çoğalınca alışmış, saygısızlalmış, benim ölüm, senin ölün gibi ölümlerde bile bölünmüşüz. Bu çok korkunç bir şey.

Bu akşam ne yaptım? Tarık Akan'ın üç filmini ard arda izledim. Biri hiç izlemediğim eski bir filmi. "Demir Yol" filmi. Diğeri "Çark" üçüncüsü ise "Acı Dünya" bu film hep yüreğime işledi benim. Her seferinde severek izledim. Tam bir ülke kültür'ünü sergiler.
Kadında haklıdır, adamda. Birbirini anlamaktır bütün mesele.  Filmin sonunda  yaşını soran hâkime "ben hiç yaşamadım ki" der. Yaşamı oyunculuğuna işlemiş gibi. Yada tam tersi. İşini güzel yapan, düzgün bir insan olarak hep alkışladım seni Tarık Akan.. Güle güle. Kurtuldun artık bu götü boklu Dünya'dan. Sanki bunu istedin diye düşünüyorum.

Çok üzgünüm. Ama düşündüm sonra. Güzel yaşadı mı? Bilemem! Zorlu dönemleri oldu, yaşama dair. Belki budur onu o yapan. Herzamanki gibi magazinden öte yaşayıp, hastalığını bile duyurmadan alel acele gitti. Hakkaten erken gitti. Hani insan yaşadığı dönemde iyiki bu insanını tanımışım, ve aynı zamanda yaşamışım diyor ya, işte böyle bir sanatçı o. Hiç tanımadan sevdiğim bir insandı. Tuncel Kurtiz keza öyleydi. Şimdi "sürü" Filmi başladı yeniden hatırladım. Çok Yürekli sanatçılar vardı. Yürekli oyuncular filmlerinden de belli olmuyor mu? Mesela, Tuncel Kurtiz, Yaman Okay, Kemal Sunal, Şener Şen, Metin Akpınar, Levent Kırca, Tarık Akan. 

Bak şimdi bu isimleri yazarken aklıma gelene? Bu yazdıklarım hep erkek sanatçılar. Hiç kadın sanatçı yok mu? Var elbet. Varda düşünmek gerekiyor, öyle birden akla gelmiyor. Hatta belki erkek sanatçılardan daha çokturlar, ama yokturlar. Sinemada dünya gibi işte. 

Madem bu kadar yazdım, taslaklarda kalmasın. Yarın neye uyanacağımız hiç belli olmaz. 

11 Eylül 2016 Pazar

Alamanya anılarım..


Mudurnulu Fatma nine va ye, yaşadıklarını günnük gibi yazıyo. Bide gözel yazıyo, insan imreniyo gı, öne deme. Marmaris'e tadile gitmişidi bi ara onuda yazıvediydi.

Nispet ede gibi olacak emme, benimde bir Alamanya maceram va.. Bundan teeee 30 yıl gada önce gittiydim. Bende onu yazıverecem. Dilim pek dönmez, lafın birini go ötekine giderin, emme siz anlayın galan.

Hinci bizim hıra (küçük) gelin ameden (aniden) ölüverince, Allahın Takdir-i öneymiş dedim.  Ecelden sual olunmaz hani. Neye öldü, nüçün öldü, deye kesmişle, biçmişle, yorgan gapla gibi dikmişle gesgeri. Ee, nooodu? Gelinim geri mi geedi? Yooo! Yada bir Doktur hatası deye lapor mu verdiniz? Oda yok! Heva yere kestiniz biçtiniz. Eceli öneymiş dedim ben emme, kimseye dinnetemedim. Allah taksiratını affetsin.  İşte be'm hıra gelin ölünce, torunlada yalınız galınca, beni Alamamaya götürdü bizim oğlan. İlk uçağa u zaman bindimdi. İkincisini hacca gideken yaptım. Allah gabıl edese.. Dedim ya, lafın birini gor ötekine giderin deye. Neyse gonuyu dağatmayın..

Ben yaşımı bilmem, zaman benim üçün günde beş vakitten ibaret. Bide mevsimler. İlkyazı bilirin bide güzü. Cemrele düşünce ekeriz. Güzün toplarız. Yazın gış için, gışın yaz için çalışırız. Köyde zamanımız bundan ibaret. Bide yarın ölecek gibi ahiret için çalışırın.. Zaman'ın dakik olduğunuda İstanbul, havalimanından uçağa bindiğimde öğrendim. Herşey dakik olacak. Sehetinden birez geç mi geldin, gatiyen o uçağa amayolla. Neyse biz ucu ucuna denkleldik.  O gosgoca demir parçası nası oluyorda guş gibi uçuyo, hala aklım sırrım ermeyo. Mani dua ettim varıncaya gada. Hiç bir şeyden gorkmam, emme gökyüzünde bir demir parçasının içinde pilotun elinde yaşamın. Allah'ıma sığındım gene. O istemezse yaprak bile düşmez. Mudurnudan İstanbul'a 5 sehette ge'dik, İstanbul'dan Alamanya'ya 3 sehette.

Mudurnu yeşillik ye, ulla pek bi daha yeşillik. Eve vardık, ev dediysem gocaman bir aportuman. Gafamı galdırıp bakamayon. Gökyüzüne merdiven gurmuşla.. Girdik ilk gapı'dan içeri, bu seferde asansör deyolla, kutu gibi bir şeye binip yokarı dooru çıkacaz. O asansöre binince, göynüm bi baynıdı. Noldum ben demeye gamadan, durdu ve gapısı açıldı. Baktım torunna bekleşibatı gapıda, hoş geldin, beş gittin derken bir yıla yakın galdım ollada. Almancayı bile sula selle gibi öğrendim. "Guntag, dankeşön, çüüs, vigets, ih habe hunga, şöön, ilk öğrendiğim kelimelerdi. Bi sene sonunda köyümü özlemeyipte galaydım Alamanya'da hinciye yeminli tercümen olurdum şartosun.

Misefirlik bitti. Uşakların kimi okula gidibatı, kimi işe. evde bişeyle yapmak istiyom hani, çamaşır yumak gibi, hamır işi gibi, temizlik gibi. Çamaşırları makine yıkayıp duru, ortalığı elattırikli süpürge süpürüyo, bılaşıkşarı gene makineye dıkıpatla. Ee, beni ne getirdiniz bu gavurellene, öyle ye! Ben makinelere bakıyon, onlar bana. Düğmelere bası basıveyolla. Emme gene zamanları yok. Dolap beygiri gibi dönüyolla, ortada bi şey yok. Yaptığn işi erişli argaçlı yapmayınca makine olsa ne fayda? Hiç makinelere güvenmedim, hep elimde yudum çamaşırları, bulaşıkları içime sine sine. 

Ezeli biz ırmağa ataş yaka, bir gün çamaşır yıkardık. Gar gibi akcacık yapardık. Tokaçlardık, çiğnerdik, gaynatırdık. Elbezi, peşkir, esvaplar
ayrı yunurdu, taharet bezi ayrı. Mekruh duru. Hepsi aynı yerde yunur mu? Gerçi bunnada teharet bezi yok galan, kağıdından siliyolla.. Bide ıslak mendil dedikleri şeyi gomuşla bi kenere, eyce şöne suyunan teharetlenmeyince ne namaz gabul olu, ne ebdest. Eyce gavullaşmış bunla.

Bi gün Bremen'e götürdüle beni. Brem mızıkçılıkları varımış. Bi eşşek, üstünde bir köpek, onun üstünde bir kedi, en üstünde horuz.. Nine, bak bu çok ünlü deyolla. Eee ne va bunda? Ben her gün eşşeğinen, kedi köpeğinen, sığır sıpayınan canlı haşır neşir omuş biriyin. Bremen'de onun heykelini gömek, cansız cansız neyin nesi anamadım ben.. Neyse köylümüz varıdı, unları ziyaret etdik de gittiğimize değdi bayrı.

Bi günde Horlandaya götürdüle beni. Hem Amistardam hem Zaandam'a. Şeytan arabasından geçilmeyo.. Her yer bisiklet. Evlede hiç perde yok. Dışardan ayna gibi görünabatı. Herşey aşikare. Namahrem deye bir şey yok. Hani allahın bildiğini guldan mı saklayacan, deriz ya.. Biz sadece deyomuşuz meğer..

Bu gavulla çok erken galkıyor ve çok disiplinlile. En çok bunu sevdim. "Erken galkan yol alır" derler ya, hakkaten yol almışla.. Bizimkile önemi? Aşam
yatmayı bilmeyolla, sabah galkmayı.

Bide sokakları çok temiz. Kenerde köşede, şurda, burda hiç çöp yok. Evlere ayakkabıynan girdikleri gada var. 
Alıştım oralara emme, altın gafese gonan bülbül gibi illede köyüm, illede evim dedim. Ahşap evimin gokusunu almadan, toprağınanan haşır neşir olmadan, çorbama bahçamdan maydenizi, naneyi goparmadan edemedim. Köyümü, Mudurnumu, memlakatımı hiç değişmen oralara.. 

(Mudurnuca yazilmistir)


4 Eylül 2016 Pazar

Ömrümün Sonbaharı..

İşte bir hafta sonu daha. Zaman görece hem çok çabuk hem çok ağır ilerliyor. 
Eylül ayına girmişiz bile. Anlayamadım. Çünkü, mevsim ısısının üzerindeyiz. Herkes sezonu bitirirken ben ilk kez geçen hafta suyla bütünleştim havuzda. O nasıl güzel duygu? Nasıl açıklanır bilemiyorum. Hani anne karnındada suyun içindeydik ya, bilinç altı bir şey midir bilemiyorum, ama ben denizde, gölde, havuzda, olukta, yani suyun içinde çok güzel hissediyorum kendimi. 

Olukta deyince bak ne geldi aklıma? Köylerde pınar önünde oluklar olur, hayvanlar su içsin diye. Biz onların içinde yüzerdik güya. Dikilerek suyun içinde yürümeyi yüzme sanırdık, o  bile güzeldi. Suyun içindeydik işte. 8-9 yaşımıza gelince biz kızların girmesi birden bire yasaklanıverdi. Çocuk halimle anlam veremiyordum niye? Sorduğumda aldığım cevapta tatmin etmiyordu. Onlar erkek, sen kızsın deniyordu! Ee, nolmuş yani? Erkekler neden yüzebiliyor o olukta? Ben neden yüzemiyorum? Diye sorular geçiyor akıldan, ama sorgulanmazdı bazı şeyler. Öyle, dedi hep. Çocuk yaşta o coğrafyanın kültürü zorlada olsa bir yer edinidi ve anlamaya çalıştım hep. Anlaması gereken çocuklar oluyor, büyükler anlatamadığı zamanlarda. Kabullendiğin ama anlam veremediğin, buna benzer sorularla beden büyürken, beyin, ruh, kişilik aynı oranda büyüyemiyor tabi. Hep bir eksiklik, bu sorularla büyüdüm ben. Köyde ilk bisiklete binen yine bendim. Bisikletten düşüp, bisikletin direksiyonu kasığıma batıp yaralandığımda, "oy canım, canın acıyor mu" diyen yada kucaklayan yaramı saran olmadı. Aksine, kız kısmı ne işin vardı o şeytan arabasında diye azarlandım. O yüzden hala bisiklete binemem. Aslında yol alırsam sürerim ama inmek ve binmek hala sorunlu. Hayatımda bir çok çıkışlarım bisiklet kullanmama benzer benim. Cesaretliyim, yola çıkarım, sonra bir azar işitir, pısarım. Sonra yine kaplumbağa veya salyangoz gibi yeniden başımı çıkarır yola devam ederim. Hiç yılmam. Ha, bir tavşan gibi veya bir keklik gibi sekerek ilerlemem ama yol alırım. Sessiz dik başlı olanlardan. Kırmadan dökmeden dikine gitmeye çalışan. Gidemiyorsam eğer, işte o zaman kırabilirim, dökebilirim. Yani sabrım esnektir, sabrım zorlanırsa hala anlayabilme yeteneğimi kullanırım, ama dahada zorlanıyorsa işte o zaman Allah yarattı demem, ne var ne yok kırar dökerim. Konuya nerden girdim nerden çıktım? Aslında konu Eylül'dü. 
....

Evet, konumuz Eylül. Eylül'ün adını, rengini, dinginliğini seviyorum. Hani bahar'ıda görmüş, yaz'ıda. Bir ömür gibi yani. Yaşanacak iki mevsim kalmış geriye, sonbahar ve kış.. Ömrümün Eylül ayına girdiğini hissediyorum. Bunu bedenimde söylüyor bana. Sonbahar rengindeyim ben. Sarıyım biraz, turuncuyum, soluk yeşilim, koyu kırmızıyım hala. Koyu kırmızı denince şarap geliyor aklıma. Bir yandanda şarap mevsimi aslında. Süryanice adı  Aylül olan bu ay, şarap demekmiş zaten. Acaba geçmişimde bir Süryanilik var mı diye düşünmüyorum değil hani?:)

Konuyu sürekli dağıtıyormuş gibi görünsemde  aslında etrafında dolanıyorum. Tamda gecenin bir yarısı bunları yazarken Türkiye'den bir arkadaşım bir müzik gönderdi. Yazıya bu kadar mı uyar, dedim önce. 
"Geçip giden Zaman'ları bir yerlerde bulsam, sonra üzülsem, sonra üzüldüğüme üzülsem" gibi. 

Sonra, hayatımın sonbaharında olduğumu düşündüm yeniden. Bilmiyorum geçip giden zaman'ları bir yerlerde bulmak ister miydim? Yaşandı, bitti, gitti. Hesaplar soruldu. Hesaplar kapandı. Kâr, insani hesaba uymasada zararlı çıkmadım şimdiye kadar yaşadıklarımdan. 
Ömrünün mevsimi sonbaharı yaşamak istiyorum. Belki rüzgarların arkasında savrulur uçar giderim sulara, masmavi olurum. Belki dalımda son yaprak olarak kalır, kışı bekler bembeyaz olurum.