Sayfalar

20 Aralık 2017 Çarşamba

Şaka gibiydi gün..

Her gün bir hediye 🎁 paketi. Sadece bazı günler iyi paket edilmemiştir, diyor resimde. Bugünkü ruh halime ne yakıştı bu tabela. 

Şaka gibiydi gün.  Nerden başlayacağımıda bilemiyorum ya. Neyse. Sabah 9.30 da devlet dairesinde bir randevum olduğu için erkenden kalkıyorum, hazırlanıp tam randevu saatinde orada oluyorum. Frau Zumstein ile görüşmem var diyorum girişteki çalışana. Telefonla bildiriyor geldiğimi. Beni almaya geliyor Frau Zumstein. Günaydın, nasılsınız diyerek tokalaşmak istiyor. Tokalaşırken, hiç iyi değilim diyorum. Odasına giriyoruz. Neyiniz var, deyince, “nasıl yani, bu kaçıncı gelişim, onu istiyorsunuz getiriyorum, bunu istiyorsunuz getiriyorum, hakkım olan bir şeyi vermemek için bin dereden su getiriyorsunuz, bıktım, usandım ve istemiyorum sizden hiç bir şey, diyorum. Sinirdende elim ayağım titriyor. 
Hatta gözlerimden ve burnumdan yaşlar geliyor. Mendilim yok elimin tersiyle silmeye çalışıyorum. Sizi çok iyi anlıyorum, ben sizin danışmanızım, hemen yan taraftaki sizden bunları isteyen Frau Bilmemkim’e anlatın, diyor. Sizi tanımıyor, onun önünde bilgisayar var, ve bürokrasi işliyor, gidin derdinizi konuşarak anlatın, diye akıl veriyor. Ne yani,  bana acımasını mı bekleyeceğim. Ne istediyse gönderdim. Artık nerdeyse benden gökkuşağının altından geçmemi, ancak o zaman olur demeye getiriyor, diyorum. Yıldırdınız beni, ben vazgeçiyorum herşeyden, deyip ayrılıyorum. 

Ofise gidiyorum saat 10 gibi. Saat 12.15 te ehliyet sınavım var. Bu arada 30 yılı aşkın bir süredir ehliyetim var, ve her gün araç kullanıyorum. 30 yıldır elbette trafik kontrolüne rastladım. Hiç sorun olmadı. Taa ki, geçen yıl bir işgüzar polisin dikkatini çeken noktaya kadar. Arabanız otomatik değil mi? Sorusuna hayır vitesli cevabını vermiştim. Ama siz vitesli araba kullanamazsınız demişti.  Ehliyetimin arkasında 78 diye bir kod var.    Bu otomatik araçla ehliyeti aldığımın kodu imiş. Ve sadece otomatik araç kullanabilirmişim. Bunu bildirmem lazım dedi. Trafikten bana ceza geldi. Ve buna itiraz etmiştim, “ben 30 yıl önce Almanya’da yaptım ehliyetimi, o dönem bana sadece 2 yıl kaza yapmamanız gerekiyor, sonrasında vitesli kullanabilirsiniz dendi, 30 yıldır elbette trafik kontrolüne denk geldim, ve bu güne kadar kimse bir şey demedi, üstelik 30 yıldır hiç otomatik araba kullanmadım, bu cezayı kabul etmiyorum, eğer isterseniz beni sınava tabi tutabilirsiniz” gibi argümanlarla. Kabul ettiler. 1 kerelik sizi affediyoruz ama ya yeniden ehliyet sınavına girmeniz yada arabanızı değiştirmeniz gerekiyor diye bir yazı gelmişti. Ve ben bir yıldır hala vitesli olan arabamı kullanıyordum. Hatta bir kez trafik kontrolünede yakalandım. Ama sorun olmadı, kimse o arkadaki 78 koduna bakmıyor. Neyse, ben korkarak araba kullanmayayım, gireyim şu sınava dedim. Kendime güvenim öyle yüksek ki? Çünkü severek araba kullanırım, ve iyide kullandığım söylenir. İşte bu gün 12.15 te o sınav var. Yazılı sınav yok, sadece pratik.

İsviçre’de biraz farklı ehliyet alma prosedürü. Mesela kendi arabanın arkasına mavi “L” magneti yapıştırıp yanında ehliyetli biri ile sürebiliyorsun öğrenme aşamasında. Sınava girerkende ehliyetli biri ile ve o L magneti takmak zorundasın. Yani illa bir sürücü kursuna gitmen gerekmiyor. Ama ilk kez alıyorsan ehliyeti elbette sürücü kursu olmalı. Gittim dün o magneti aldım, hey allahım düştüğüm hallere bak diyerek. 

Saat oniki. Artık yavaş yavaş çıksak iyi olacak. Trafik binası ofise çok yakın. “Sevgili” eşim olacak yanımda. Arabanın arkasına L magnetini yapıştırıyorum. Arabanın durduğu park hafif bayırlı. Yerler buz. Tam arabanın kapısını açmaya yönelirken bir baktım ayaklarım havada, popom yerde, araba kapısı yerine gökyüzünü görüyorum. Sevgili eşim hemen koştu geldi, bende düştüm sabah deyip ellerimden tutup kaldırdı. Bileğime bakıyorum buzdan incinmiş gibi, ama hiç bir şeyim yok. Sınava girme heyecanı var gibi ama yok gibide. 12.10 da bekleme salonunda bekliyoruz. Benim gibi bir sürü insan var sınava girecek. Saat tam 12.15 te eksperler çıktı bir odadan hamam böcekleri gibi. Ve her eksper sınavını yapacağı kişiye yöneliyor, benimkide bana gelip benim adım Frey, ismimle merhaba deyip, elimi sıkıyor. Allah Allah nerden biliyor adımı acaba diyorum? Sonra bir odaya girip bilgisayarda notlar alıyor, hangi araba ile sınava girildiğini vs. Ve görüyorum ki orada benim fotoğrafım var. Biz ikimiz gideceğiz, eşiniz burada kalacak diyor. Sevgili eşim bana bol şans dileyerek, sarılıyor. Yaparsın sen diyor.. Yılların şoförüsün diyor. İlk tanıştığımız yıllara gidiyor aklım. Bir gün onunla bir yere giderken “Sen rallici falan mısın” dediği canlanıyor gözümde bi an. 

Biniyoruz experle arabaya. Kemerimi takıyorum, aynalar ayarlı, bu araçla geldim zaten diyorum, çalıştırıyorum arabayı. Ve 45 dakikalık sürüş başlıyor. Otobanı kısa tutuyor, şehir içinde daha fazla dolanıyoruz. Park ettiriyor. Girilmeyecek sokağa doğru sokuyor, buraya giremeyiz diyorum, ama içimden “seni kunduz” diyorum. 
45 dakika sonra geri geliyoruz. Eşim bekliyor. Eşiniz şimdi arabaya gelebilir diyor. Arka koltuğa oturuyor. Onun huzurunda bana, “eşinizin araç kullanmada çok tecrübeli olduğu belli, çokta kendinden emin kullanıyor, ama maalesef sınavı kazanamadı” diyor. Şaka gibi.. Hakkaten hayat bazen şaka gibi. Ama “trajikomik”şaka gibi. Bu benim ikinci ağlayışım oldu bugün sinirden. 
Yılların verdiği bir alışkanlık varmış, işte elin biri direksiyonda diğeri viteste gibi, neymiş efendim iki elimle direksiyona yapışacakmışım saat ikiyi on geçeyi gösterir gibi. Sonra bakışlar, kör bakışlara dikkat etmemişim falan filan. Yani benim çok bilmişliğim başıma iş açtı. Kazanamadım yani. Ama ehliyetim var. Şaka değilde ne? Sonra Sevgili eşim bana dedi ki, ağlamaya değmez, bizde arabayı değiştiririz.. :))

Arabanın arkasındaki L magnetini söktüm, ve yoluma araba ile devam ettim. Siz yiyin tarana, dedim içimden. 

Bu işin mantığını anmakta zorlanıyorum. Vitesli araba kullanmada sorun yok. Sadece bazı alışkanlıklar yüzünden trafik kuralları ihlali söz konusu. İyi, peki! Anladım.. Otomatik araba ilede aynı hataları yapacaktım. Ama otomatik araç kullanabilirim. Çok saçma geliyor bana. 

Lütfen moralinizi bozmayın, ikincide kesin alırsınız, yinede iyi noeller dedi. Sizede iyi noeller derken dilim, içimden arşloh diyordum. 

10 Aralık 2017 Pazar

Bavul pazarı.. Koffermarkt..

Her şey yaz aylarında bir perşembe, arkadaşımın “Sen çok güzel fotoğraflar çekiyorsun, neden onları kartpostal olarak satmıyorsun Koffermarkt’ta (bavul pazarı)” sözleriyle başladı. Ne ola ki, bu bavul pazarı dedim. İnternet sayfalarından araştırdım. Senede bir kez kurulan, sadece el emeği ürünlerin satıldığı bir sanatsal pazar. Adının “bavul pazarı” olmasının nedeni ise, ürünlerin bavul içinde sunulması şartı. Bir yığında başka şartları var. Bu sene 9 Aralık’ta, yani bugün kurulacak pazara, katılacak olanların  31 Temmuza kadar başvuru şartı ve ne satacaksan onun fotoğrafı, çünkü, aynı üründen bir stand olma şartı olduğu için seçiyorlar. Sonra efendime söyliyeyim, beyaz bir masa örtüsü getirme şartı, bavulun ebatlarının onların istediği ölçüde olma şartı, gibi gibi.. 

İyi, güzel. Başvurumu yaptım vaktinden önce ve Eylül ayında onay maili geldi. 
Yine bir perşembe buluşmamızda, arkadaşıma söyledim başvurumun kabul edildiğini. Sanırım benden daha fazla sevindi. Dedim, iyi güzel de, bende ne beyaz bir masa örtüsü var, nede onların istediği ebatlarda bavul. Şöyle antika bir bavul istiyorlar. Hani 60 lı yıllarda Almanya’ya iş gücü için giden türkiyelilerin bavulları vardı, dört köşe. İşte ona benzer bir şey olmalı. Şimdi kimde var o bavullardan? Bendekiler saplı, tekerlekli falan. Dedi, sorun değil, bende var ikiside, demişti.

İşte o gün geldi çattı bugün. Geçen haftalarda 60 kadar fotoğraf hazırlamıştım. Ama az geldi bana. Hem Noel öncesi, hem İsviçreliler hala kart yazmayı seviyorlar, üstelik şehir merkezinde, kalabalık olur diye dün gece bir 60 fotoğraf daha hazırladım. Bavula yerleştirdim özenle. Birde mum koydum bavula, masamda yakarım diye. 

Sabah 8 de uyandım. Pencereden dışarı baktığımda bembeyazdı ağaç dalları, evlerin çatıları, ve yollar. Noel ruhuna yakışır bir pazar olacak bugün deyip gerindim pencere önünde esneyerek.Sonra giyindim kuşandım yavaş yavaş. Nasıl yavaştan aldıysam artık, saate bakınca gözlerim fal taşı gibi açıldı. Dokuza çeyrek var. Dokuza on kala arkadaşımla sözleşmişim. Park sorunu yaşayacağım için, Taylan götürecekti beni. Hemen Taylanın odasına koştum, çok geç kaldım Taylan diye sızlandım. Gözlerini kırpıştırarak “n’oluyo ya, ne zaman sabah oldu?” Der gibi bakıyordu. Neyse bi hışımla çıktık evden, ikide sıcak simit aldım bakkaldan. 
10 dakika gecikmeyle vardım arkadaşımla buluşma noktamıza. Birer kahve içtik, bir simiti bölüştük. (Kahve ile simit hiç yakışmıyor) 

Pazarın kurulacağı binaya gidiyoruz. U şeklinde tarihi bir yapı. Herşey çok şık. Girişte ismini söylüyorsun, listeye bakıyor, ve stand numaranı söylüyor. Benim numaram 13 tü. 30 Frank ödeyip standımıza gidiyoruz. Saat 10 da başlayacak pazar için, insanlar standlarını kurmaya başlamış. 
Masada benim adımın yazılı olduğu bir kağıt, küçük bir yılbaşı çiçeği, (Atatürk çiçeğide deniyor galiba) “iyiki buradasın” yazan bir not. Ne güzel organize etmişler diyorum. Arkadaşım, getirdiği beyaz masa örtüsünü seriyor bana ayrılan standa. Birde kurabiye kutusu çıkarıyor. Süs olsun diye getirdiğini düşünüyorum. O da ne? Dün gece kurabiye yapmış, gelene gidene sunmak için. Bu benim aklımın ucundan bile geçmemişti. Sonra aniden, benim küçük bi işim vardı, onu halledip geleyim, sen çantayı aç, ve masaya kartlarını diz, deyip ayrılıyor. Zaman sonra elinde çam dalları, beyaz güller, ve pille yanan mum getiriyor, masayı süslemek için. Meğer benim getirdiğim mum, güvenlik açısından yasakmış. Bu davranışı karşısında mahçup oluyorum.  Bu stand benim mi, yoksa onun mu karıştırıyorum. O hep benden daha hevesli oldu. Masamız sade ve güzel deyip, oturuyoruz. Yavaş yavaş insanlar gelmeye başlıyor. Arkadaşım daha konuşkan, mutlaka herkesle konuşacak bir şeyler buluyor, ve diyalekt konuşuyor. Sadece diyalekt mi, fransızca ve İtalyancada konuşuyor. Bilmediği sadece Türkçe galiba, işte onuda ben idare ediyorum😀 gerçi hiç Türkiyeli biri gelmedi ya. 

Bazen insanlar birden üşüşüyor, bazen kimse olmuyor. Kimi bakıp geçiyor, kimi topluca alıyor. Bunlar genelde hala kartpostal yazmayı ve almayı seven, orta yaş üzeri insanlar oluyor. 

Gelelim bilançoya. Ne kârdayım, ne zararda. Sadece giderimi aldım. Bir günlük bir satışın elbette kârı olamaz. Süreklilik gerekir. Ama her gün böyle bir pazar olsa kazançlı olabilir. Şöyle söyleyim. 250 Frank maddi harcamam oldu. Cirom ise 270 Frank.  Eğer kartlarımın hepsi satılsaydı 700 Frank ciro olacaktı. Şimdi sadece 20 Frank kâr’ım var. Zamanımı saymıyorum bile. 

Sonuç şu; maddi olarak düşünürsem, senede bir gün bunu yapmaya değmez. Her gün olsa olur. 

Manevi olarak düşünürsem, daha derin. İnsanlar o kartları gönderecekleri insanları sesli düşünüyorlardı, “evet, işte bu tam onluk bi fotoğraf” demeleri farklı bi duyguydu benim için.

Farklı bir tecrübeydi. Güzel bir tecrübeydi. Arkadaşımın bir kez daha desteğini çok güçlü hissettim mesela. Sonra fotoğrafçılar tanıdım, fotoğraflarımı değerlendiren. 

Bir sürü kartpostalım var. Ha, yılbaşı kartı almayacağım, kendi üretimimi göndereceğim eşe dosta. Onuda kâr hanesine yazabilirim😀

Var mı aranızda yılbaşı kartı göndermemi isteyen. Çekinmeyin yazın valla bak. Seve seve gönderirim. 




6 Aralık 2017 Çarşamba

Ne Gündü Be... ?

Dündü. Sabalin dokuz gibi uyandım. Her zaman yaptığım gibi iredyoyu açdım. Elimi yüzümü yıkadım. Aynada kendime bakdım. Bu ne çikinlik dedim aynadakine. Gittim mutfağa. Gocaman bir bardağa su dökdüm, içinede ilimon sıkdım, dikdim gafama. Kendime gedim.
Geyindim, guşandım, yüzüme gözüme birez bi şeyle sürdüm - sürüştürdüm, saçımı daradım, aynaya bi ta bakdım. Hah, hinci oldun, dedim. Aynadakı da güldü.
Gışlık galın ceketimi ve botlarımı giyip, çantamı aldım. Gapıya gelince arabanın enehterini unuttuğumu farkettim. Oraya bakıvedim, buraya bakıvedim enehter yok!! Gorktuğum başıma mı gelecek yoğusam, dedim. Hemen bizim uşaklara vatzaptan “arabanın enehteri nerde” deye yazdım. Cevap veremeyolla.. Onlayn olup, okuduklarını bilip durun. Bi ta yazdım. Durur muyum? Kör toğuk gibi dolanıyom ortalıkta. “Eeeyyy, kime diyom, enehter nerde” deye? Bizim Deniz “çok üzgünüm, anahtar cebimde kalmış” demez mi? Başımdan gaynar sula döküldü. Emme yapacak birşey yok. Deniz nerde mi? Nerde olacak? Trende, Zürih’e gidibatı. Yedek enehter zati gayıp nicedir. Öbür oğlan Taylan, “ şimdi bir kahve yap, ve güzel bir gün  hediye et kendine” demez mi? Şöyle bi düşündüm, olan olmuş, delirmenin bi anlamı yok. Artık, soyundum, dökündüm. Bi gayfe yaptım. Bazar günü yapamadığım ütümü yapdım, işe gitmeyvedim. Emme, başka yerlere toplu taşıma mı deyolla ne, işte onlarınan gittim. Bolbazarı (pazartesi) günü öğleden sona gursum oluyo. Neyse günü böle akşam etdik.
Akşam hiç bi şey o’mamış gibi yimeğimizi yidik, içdik.

Böğün (bugün) olanlara ne demeli? Bizim Deniz salı günleri sabahın köründe galkıyo. Sabahın körü dediysem hakkat körü. Sabah 4.45. Yolu uzak ye. Teeeee Zürihlerde okulu.
Neysecime, ona geceden ekmek yapıyom, sabalin ıscacık yisin deye.
İçime mi doğdu bilmem, sabah 5.45 te uyandım. Deniz gitti miki deye galktım. Baktım ekmek duruyo öle, odasına yöneldim bu sefer, gapısını tıklatıp açtım, uyuyup duru. Beni görünce birden fırladı yatakdan. O hazırlanırken, bende ekmeğinin arasına bişeyle godum, iki mandalina verdim çantasına, eceleyle çıktı evden Metroya yetişmek üçün. Ordan böyük istasyona, ordan Zürih’e gidecek hani.

O’nu gönderdim, kapıyı ardından kilitledim, tekrardan başımı yasdığa godum. Aradan yirmi dakka geçti geçmedi, telefonun sesi gısık emme, olduğu yerde zonklayıp duru. Bu ne ki sabahın köründe dedim, baktım bizim Deniz. “Anne Metro’da sorun varmış gelmiyor, beni Gar’a bırakır mısın?” Hey Allah, dedim hemen geliyom. Geyinmeye vakıt mı var? Nasıl fırladım yatakdan. Pijamamıda çıkarmadım. Ayağıma terlik, üstüme hırka geçirdim, merdivenleri uçaraktan garaca indim. Orda bi ta çaldı telefon, Deniz yazıyo ekranda, alo alo diyom, ses yok. yeraltında ye garac, yani araba parkı, çekmeyo. “Nerde kaldın” heralda deyecek dedim, telefonu kapadım. Pijamalı halimle, arabayı çalıştırdım, garacdan çıkıcam, bana kırmızı lamba yandı. Demek ki garaca girecek var. Kırmızı lambanın sönmesini bekleken, telefona mesac geldi. “Anne gelmene gerek yok, metro geldi”. Haydaaa.. Ben artık garacdan çıkamadan tekrar park etdim, ve eve çıkdım. Garacda gamara varısa, beni pijamayınan, parkta geri gidip, tekraRdan park ettiğimi gören olsa, beni akıl hestanesine dıkalar tövbe osun.
Zati pijamalar üstümde, hırkamı ve çoraplarımı çıkardım tekrardan godum başımı yastığa. Aradan bi saat geçti geçmedi. Yine bizim Deniz. “Bu nasıl bi gün? Şimdide Zürih’e giden tren iptal, Deliricem!” deye yazmış. Ne yapın oğlum, İsviçre Demir yolları dakikliği ile meşhur, heberlere çıka nası olsa, bi geç galan sen olmayacan, dedim içimden. Sonra yedek tren konmuş falan. Bi kaç sehet sona yazdım, “varabildin mi Zürih’e” deye. “Evet şimdide açlıktan geberiyom” deye yazmış.

ARTE kanalında “dünyanın en tehlikeli okul yolları” diye bi program varıdı. Genelde az gelişmiş 3. Dünya ülkelerinden. Onu izlerdik beraber. Öyle ki, küçücük bebeler kendi başlarına Sandalla, atla, yada yürüyerek kilometrelerce tehlikeli yolları aşıp gidiyorlardı.

Bu programı hatırlatıp, “Deniz, senin bu yol hikayen, ARTE kanalına program olur yeminle” dedim. Gene güldük.

Akşam eve gelince gucaklaştık. Gucaklaşırken gulağına şunu fısıldadım. Dün enehteri unutup cebinde götürdüğün için bana yaşattıklarını, bugün sen fayiziyle ödedin. Hesap tamam, dedim..

Ps. Bunlar hakkaten yaşandı. Ama Mudurnu şivesi ile daha eğlenceli olacağını düşündüm. Birde seviyorum ara sıra Mudurnuca yazmayı. Sevenlerde varmış, öyle duydum😀

Bunlarda belgeler:))




26 Kasım 2017 Pazar

İğde Hikayesi..

Mevsim kendine yakıştığı gibi devam ediyor. Çok soğuk. Kar yağdı yağacak. Dağlara çoktan yağdı. Şehrede bu gece inebilir. Sokak lambalarının sarı ışıklarına bakıyorum ara ara, düşüyorlar mı diye? Henüz yok. Her mevsimin doğasını çok seviyorum. Fakat sonbahar bambaşkaydı sanki bu sene. Yürüme sebebim oldu, ve alışkanlığa dönüştürdü. Karda yürümekte güzeldir eminim. Şarkı sözü bile yapıldığına göre kesin güzeldir. 

Geçen hafta kısa bir İstanbul gezim oldu. Planlı bir şey değildi. Zaten Türkiye'den döneli iki ay bile olmamıştı. Niye gideydimki? Ama gitmem için bir sürü nedenim vardı. Diş bakımı için zaten gitmem gerekiyordu. Unuttuğum Fotoğraf makinamı almam gerekiyordu. E madem gittim, kuafördü, yeni gözlüktü ne varsa aradan çıkmalıydı. Birde dövme istiyordum ama ona vakit kalmadı. İstanbul'u anlatmayacağım. Fakat Balat'ta gezerken iğde görmüştüm. Çok sevdiğimi bilen arkadaşım minik bir kese kağıdına 200 gram kadar almıştı. Yemeyi unuttuğumuz için, dönüşte elime sıkıştırdı. Bavuluma atıverdim. Çocukluğuma götüren şeylerdendir iğde. Kış mevsiminde ne yakışır. Yıllarca yiyememiştim. Çünkü Avrupa'da iğde diye bir şey yok. Kimse tanımıyor. Satılmıyorda. Bizim gençlerde yeni gördü. Meyve mi bu diye sordular? Cevap veremedim. Ne ki iğde? Meyve mi, yemiş mi, yoksa fındık, fıstık gibi bir şey mi? Zeytin mi mesela. Evet, pamuklu tatlı zeytin diyebiliriz. Sonra Almanca adına baktılar Google den. Bulamadılar. Çok enterasan geldi onlara iğde. Sonra Türkçe araştırdılar iğdeyi. Nelere iyi gelmiyormuşki? 
Şu alttaki bilgileri okuyunca 200 gram İğde dişimizin kovuğuna yetmedi. 

"Vitamin deposudur. halk arasında çıcıcılık, cışkan, pisat olarak bilinir.

İğdenin faydaları;

- ishali durdurur
- öksürüğe iyi gelir
- vucüt direncini artırır
- bağırsağa faydalıdır
- idrar sorunlarını düzenler
- mide bulantısını ve kusmayı önler
- ağzı temizler
- soğuk alğınlığına iyi gelir
- grip önleyicidir
- cinselliği artırır
- egzamayı giderir
- böbrekleri çalıştırır

İğdenin zararları : 
İğde meyvesi fazla yenildiğinde kabızlık yapar" (kaynak milliyet haber)

İğde ile ilgili bir hikayemde var. Onuda anlatmadan edemeyeceğim. 

Cumartesi kurulurdu  Mudurnuda pazar yeri. Köylerden traktörlere biner öyle giderdik. Ninem tereyağı ve peynir satardı pazarda. Bir tek ineği vardı. Bir haftada bir kalıp tereyağı ve bir kaç kalıp peynir çıkarıdı.  Çok beklemez hemen satılırdı zaten. Sonra kazandığı para ile evin eksiklerini alırdı. İşte bu sıvı yağ, tuz, yada tüp olurdu. Çünkü meyve, sebze, ekmek, et, süt her şeyi köyde kendi üretimleriydi. 

Bir kış günüydü. Pazar'dan çıkarken bir sepetin içinde iğdeleri gördüm. Kırmızı, bordo kabuklu iğdelerin üzerine kar yağıyordu. Ninemin elinden tutmuş, iğde sepeti ile gözlerim birbirine yapışmıştı. Gözlerim arkada ben önde öylece gittim. Şunu istiyorum diyemedim ben hiç. Oysa istesem alırdı belki. Parası yetmezde alamazsa daha çok üzüleceğimi düşünürdüm. 
Sonra ayrıldı gözlerim iğde sepetinden. Bir dükkanda diğer pazarcıları beklemeye başladık. Çünkü köyden hep birlikte gelinir, birlikte dönülürdü. Yanan sobanın başında üşümüş ellerimi ısıtırken, ninem sepetinden boş bir şişe çıkardı, "töh, gaz yağı almayı unutduk, gızım gı" dedi. Sen otur ben alıp geleyim diye, çıktı. Ben yine ses etmeden, başımı bi aşağı bi yukarı salladım. Çok uzun gelmişti bana o bekleme. Hatırlıyorum. Ağladım ağlayacağım. Diğer pazarcılarda bitirdi işini, artık döneceğiz. Traktör çalıştı, ninemi bekliyoruz. Uzaktan seyiterek (koşarak) geldiğini gördüm. Ayağında Ankara lastiği, pazen şalvarı belinde ve kahverengi-siyah kareli Göynük örtüsü başında. Bindi traktöre. Ben yanıbaşında. Köye geldik. Akşam gaz lambasını yakıp, elinde bir kase iğde ile gelişini hiç unutmuyorum. Belkide bu yüzden çok seviyorum iğdeyi. Ninemide.. 


5 Kasım 2017 Pazar

Bayan Susi Ve Üzümleri..

Masamın üzerinde bir not. Bayan Susi aradı, geri aramanızı istedi. Tel no bu. Aradım. Çıkmadı. Bir zaman sonra yine aradım, yine çıkmadı. Ertesi gün unuttum. Yine beni aramış. Yine ben yoktum. Sonra ben onu aradım. Bu böyle günlerce sürdü. Ulaşamadık birbirimize. Sonra her saat başı aradım. Telefon açıldı. Nihayet aradınız, dedi. Hep aradım ama bi türlü yakalayamadık birbirimizi, nasılsınız dedim. Üzümler, dedi. Zamanı geçmek üzere. Siz çok seviyorsunuz, gelin ve toplayın dedi. Ben evde olmasamda, bahçedeki masanın üzerine hem sepet, hem makas bırakırım, dedi. Her yıl bu zamanlarda olur çocukluğumda yediğim o morumsu kokulu üzümler. Ve her yıl bu zamanlar arar beni Bayan Susi. Şimdi gelebilir miyim, evde olacak mısınız, diye sordum. Evet, bugün evdeyim, dedi. Geçen yıldan kalma bir iki sepeti aldım, atladım arabaya ona gittim. Ve her zamanki gibi onun sokağına girişi kaçırdım. Sanki her şey, her yıl bu zamanlarda aynı oluyordu. Çok güzel nezih bir semtte, bahçeli bir evde oturuyor. Sonbaharın oradada çok güzel göründüğünü hatırlıyorum, o sokağa girdiğimde. Güneş sızıyor renkli ağaç dalları arasından. Zile basmak için kapıya yöneldiğimde kapının aralık olduğunu görüyorum. Ben yinede zile basıp, yüksek sesle bayan Susi, bayan Susi diye seslenerek içeri giriyorum. Nerdesiniz siz,üzümler çürümek üzere? Diyerek karşılıyor beni. İşte burdayım, diyorum. Şarap içermişsiniz diye soruyor. Alırım bir kadeh diyorum. Balkonda mı oturalım, diyor. Evet güzel olur diyorum. İlk kez balkonda oturacağını söylüyor. Ona yardım ediyorum, masa ve sandalyeleri düzeltirken. Sonra antika bir dolaptan eski şarap kadehi çıkarıyor, bu kadehler artık yok, benim çocukluğumdan bunlar, o yüzden değerli diyor. Dikkatle iki kadeh alıp, mutfaktan şarabı alıp balkona oturuyoruz. Güneş yazdan kalma gibi, üzerimizdeki ceketleri çıkarıyoruz. Kurabiye yapmıştım onlardanda getireyim diyor. İlk kez kurabiye ile şarap içiyorum. İki kedisi ile birlikte yaşıyor. Bir kedisi geliyor yanımıza. Bu gelir diyor, öbürü gelmez. Öbürü başına buyruk biraz diye gururla anlatıyor. Sokakta buldum onu diyor. Hasta olmamam lazım, onlara bakacak kimsem yok diyor. Onlar için yıllarca tatil yapmadım diyor. Belkide bu anlayış onu hayatta tutuyor diye, ben bakarım diyemiyorum. Dinliyorum sadece onu. Konuşmayı özlemiş. Sadece o konuşuyor. Ben dinliyorum. Anlattıklarından sonra bir şey sormaya yelteniyorum, yine anlatıyor iştahlı iştahlı, susup dinliyorum yine. Ama güzel konuşuyor. Birikimi çok. 87 yaşında. Hep yalnız yaşamış. Hiç evlenmemiş. Parlementoda yazı işlerinde çalışmış. Dünya politikası ile hala ilgili. Bir ara Erdoğan'ı sordu, onu geçelim dedim. Dünyanın liderlik anlayışı değişti, diyor. Bir delide Amerika'da var diyor. Merkelin politikalarınıda sevmediğini söylüyor. 

Üzülmeri toplayalım mı? Diyor birden bire. Toplarız daha diyorum, ikinci kadehi dolduruyorum. Sigara yakıyorum. İyiki sigara içiyorsunuz, ben hiç içmedim, ama sigara içenlerede hiç hor gözle bakmadım, ve yanımda içilmesinden hiç rahatsız olmadım,  herkesin kendi bileceği bir şey diyor. Rahatlıyorum öyle deyince. Gerçi balkonda açık havadayız. Ama hep içmeyene gider ya o duman, ondan rahatsız oluyorum. Elimle dumanın gidiş yönünü bozuyorum. Rahatsız olmuyorum, diyor, ve konuşmasına devam ediyor. Geçen hafta bir dağ restoranında mezun olduğu dönem arkadaşları ile buluşma gerçekleşmiş. Okulun 100. Yılıymış üstelik. Hiç kimseyi tanımadım diyor, zaten bir çoğu göçüp gitmiş. O zamanlarda bana aşık biri varmış, şimdi anlatıyor diyor gülerek ve sağ eli ile saçlarını düzelterek. Can kulağı ile dinliyorum. Ve hareketlerini gözlemliyorum. 87 yaşında hayata sıkı sıkı bağlı. 

Bi ara, araya girmeyi başarıyor ve soru soruyorum. (Bizim ortak noktamız bay Anliker. Bizde çalışan emekli bir amcamızdı. Her gün öğle yemeği zamanı onu ziyaret ederdi bayan Susi) Bay Anliker nasıl diyorum. Hasta diyor. Artık kendi başına buraya gelemiyor. Gidip almam gerekiyor. O iyileşirse, ve buraya gelirse sizde gelin, diyor. Seve seve gelirim diyorum. Kaç yıllık arkadaşsınız diye soruyorum. 60 yıllık diyor. Peki sadece arkadaş mısınız, sevgilide oldunuz mu diyorum. Sevgilide olduk diyor. Bay Anliker evlenmeden önce tanışıyorduk, ama arkadaştık. Sonra ben İngiltere'ye gittim, o evlendi. Hala evli. Ben döndükten sonra görüştük, kırk yıldır hala görüşüyoruz, diyor. Benden beş yaş küçük o biliyor musunuz? Diyor yine elleriyle saçlarını okşayıp, uzaklara bakarak. Ama sanırım artık gelemeyecek diyor. Çok dürüst, çok anlayışlı, çok centilmen bir adamdır diyor. Evet, tanıdım, birlikte çalıştık, aynı sizin gibi düşünüyorum, diyorum üçüncü kadehi doldururken. Ne güzel bir gün değil mi diyor. Harika bir gün diyorum. Daha sık görüşelim diyor. Aynı fikirde olduğumu söylüyorum. Söz veriyorum, yine geleceğim, diyorum. Masaya tekrar dönmek üzere, bahçeye iniyoruz. O güzel mis kokulu üzüm salkımlarının kesiyorum tek tek. Bunlar bize doğanın bir hediyesi diyor. Kuşlar hepsini bitiremiyor, Bunlar arta kalanlar. Ziyan olmasın. Topluyorum bir sepet. Bunlar yeter, yine geleceğim diyorum. Lütfen, diyor, hatta seneye farklı yapalım, ben aramayım sizi, gelin ve alın diyor. Seneye  yaşarsam tabi diye ekliyor yine gülerek. Tekrar yukarı çıkıyoruz. Balkonda yarım kalan kadehlerimizi içiyoruz. Fotoğraf çekilelim mi diyorum. Tabiki diyor. Yayınlayabilir miyim diyorum. Bunada evet diyor. Ninem aklıma geliyor böyle zamanlarda, yada köydeki diğer kadınlar. "Aman böyle çekme, pek çikinim bugün, üstüm başım iyi değil, benim gibi gocagarıyı kim neylesin" diye karşı çıkışları. Bayan Susi'de hiç öyle bir tavır yok. Kendinden gayet emin.

Kalkarken masadaki bardakları ve diğer eşyaları mutfağa götürüyorum. Bardakları yıkayıp dolaba yerleştirirken Bay Anliker'in içtiği kahverengi puro şeklindeki sigara paketlerini görüyorum. Onun için almış belli. Acaba tekrar buraya gelip, bunları içebilecek mi diye düşünürken içimi bir burukluk kaplıyor. Bardakları yerleştirip hemen kapatıyorum dolabın kapağınıı. 

Ayrılırken, eğer bir kaç gün bir yere gitmek isterseniz kedilere ben seve seve bakarım, diyebildim sadece. Kucaklaştık.. 

29 Ekim 2017 Pazar

Kışa Merhaba Dedik..


Herkesler günlük yazıyor. Güzelde oluyor aslında. Ben aylar sonra haftalık yazarsam ne ala. Böyle yazıncada sanki milyonlar yazılarımı bekliyor. Sanırsın Nobel ödüllü yazarım..  Ya öyle demeyin, bende kendi çapımda bir şeyler yazıyordum kendimce. Sonra bir şeyler oldu yazmadım, yazamadım. Isınma çalışmalarım sürüyor. Bu yazı dahil.

Kış mevsiminin kapısını çalıyoruz biz bu gece. Saatlerimizi kış saatine ayarlayarak 1 saat öne alıyoruz. Artık Türkiye ile aramızda 2 saat fark olacak.  Türkiyede gelecek sene yeniden yaz ve kış saati uygulamasına geçecekmiş herhalde. Emin değilim. Ama doğruda olabilir. Sürekli bir şeyleri değiştirmekle geçen bir Türkiye var son 15 yıldır. Bir türlü tutturamıyorlar. İşin kolayını bulmuşlar ama, bir şey olmayınca ya kandırıldık diyorlar, ya aldatıldık. Hatta ileriye gidip özeleştiri bile yapıyorlar, son günlerde. "İhanet ettik" diyorlar mesela. Ama anlayan var mı? Sanmıyorum.  15 yıldır başardıkları tek şey insanları bölmek, uyuşturmak, ve aklı ile oynamak..

Bugün aslında bayram günüm olmalı. Çünkü Götçeğin vedası vardı. Ama ağızda uzun süre çiğnenen sakız gibi çürüdü o mesele. Bugün hiç haber izlemedim. Görmedim bile ne dedi, gitti mi gitmedi mi? Emir büyük yerden olduğuna göre gitmiş olmalı. Ama dediğim gibi o bile heyecanlandırmadı beni. Giderken biraz kırıp dökeydi kendine yakışanı yapardı. Belkide yapmıştır, bilemiyorum.

Harika bir sonbahar yaşıyoruz bu sene. Yoksa her seferinde daha farklı mı görüyorum bilemem. Geceler soğuk, gündüzler ılık ve berrak bir gökyüzü. Yürüyüşlerim devam ediyor her gün. Telefonumda adımlarımı ölçen app var. Her gün bir gün öncesinin rekorunu kırmak hedefim. Sürekli 7 binlerde olan ben, en son 10 bin adımdan sonda 11 bin küsür adımı gördüğümde evde deli gibi tepindiğim oldu "kendimle gurur duyuyorum' diyerek. Beni gören ev ahalisi deliliğime verir gibi baktı. Umrumdamıydı? Yoooo!!

Her gün ormanda başka bir şey keşfediyorum. Meğer orman içinde iki kilometrelik bir alanda spor parkuru varmış. Yani belli aralıklarla bacak, kol, ve karın ve bilumum kasları geliştirecek aletler koymuşlar. Bunlar ahşap ve demirden oluşan ve zamanla eskiyen ve deforme olan şeyler değil. Hatalı bir şey yapamazsın. Zaten levhalarla nasıl ve ne kadar yapacağını belirtmişler.  Türkiye'de İzmir ve İstanbul'da parklarda görmüştüm bazı aletler. Küflü, garç gurç aletlerin üzerinde hareket yapmaya çalışan teyzeleri. Sanki fitnes salonu gibi. Ama öyle aletlerin bakımı olmalı sürekli. Spor yapıyorum diye belini, kolunu, bacağını bile sakatlayabilirsin o aletlerde.
İşte bu yürüyüş yaptığım ormanda bu spor parkurunu gördüğümde ilk aklıma gelen bu oldu. Adamlar öyle bir şey yapmış ki, hatalı bir şey yapamazsın. Ve bir sonraki alete yürümek zorundasın. Harika bir şey bu. Yani doğa içinde bedava fitnes gibi. Bunu her hava şartlarında yapmayı planlıyorum ve bu dediğime kendimde inanmak istiyorum:)
Şimdilik iyi gidiyor. Havalar buz kestiğinde tekrar konuşuruz bu konuyu;)

Bu hafta Bern şehir merkezine gittim. Özlemişim çarşısını. İnsan yaşadığı şehri özler mi? Ben özlüyorum. Aşığım bu şehre. Sen misin fotoğraf makinanı unutan deyip bana nispet eder gibi her gün başka fotojenliğini gösteriyor. 
Aralık ayında kartpostal yapacağım fotoları tab ettirdim fotoğrafçıda. Teknoloji çok gelişmiş. Fotoların olduğu bellek, veya telefonu bağlıyorsun alete, o bütün fotoları tanıyor, ig fotolarını bile. Sonra tek tek seçiyorsun fotoları, foto formatınıda. Anında alta düşüyor fotoğraflar. Çözünürlük gayet güzel. Telefon fotolarının bile. Ama ig fotoların formatları küçülüyor. Gayet memnunum fotoğraflardan. Sadece formatları büyük seçmişim, fotoğrafları yapıştıracağım uygun kart formatı yok. Ne bok yiyecem bilmiyorum. Ya fotoları kırpacağım, yada fotoları sadece zarfa birlikte satışa sunacağım.  Başka fikirlerim olmazsa böyle olacak. 

Yine bere örmelere başladım. Akşamları bere ve şal örüyorum. Birde geçenlerde başka bir şey ararken, bir dantel örgümü yarım bıraktığımı gördüm. Ören Bayan dantel yumağı içinde yarım kalmış dantel. Tığ da yumağa saplı. Eski bi arkadaşa rastlamış gibi oldum. Biraz dantel, biraz örgü ördüm. Önce dantel ipliği çok ince geldi, sonra alıştım. Çocukken köyde öğrendiğimiz bu şeyler o zamanlar şehirli çocuklar tarafından alay konusu olup bu günün tabiriyle "kezbanca" gelsede şimdilerde hoşuma gidiyor. İyiki öğrenmişim. Terapi gibi. İlmek ilmek örerken düşünmek, düşünürken üretmek. Ortaya bir şeyin çıkması çok güzel bir duygu. 





19 Ekim 2017 Perşembe

Güle Güle Teyzem..


Hüznün en sevdiği mevsimmiş sonbahar. 
Sadece sararıp,solmuş yapraklar veda etmiyormuş dallarına, insanlarında ayrılık mevsimiymiş meğer. Yıllar önce bir arkadaşım "ölümler en çok sonbaharda olur" demişti. Bugün yine hatırladım. Boşuna hazan mevsimi denmemiş..

Bugün telefonumu evde unuttuğumu sandım. Bütün gün yanımda yoktu. Eve döndüğümde evdede aradım, bulamadım. Kaybettiğimi düşündüğüm anda küçük balkondan mesaj sesi geldi. Mesajı okuduğumda telefonu değil teyzemi kaybettiğimi öğrendim.. Her gün yürüyüş yaptığım ormanada küstüm bugün. Sonbaharada.. 

Teyze anne yarısıdır derler ya, o anne yarım değil, ablam gibiydi. Zaten aynı evde yaşamıştık yıllarca. Annemde, babamdan üç yıl sonra gurbetçi olup Almanya'ya çalışmaya giderken, çocuklarını annesine ve kardeşlerine emanet etmişti. Kalabalık bir aileydik. Anane ve dede, teyzeler, dayılar. Kardeşlerinin en küçüğüydü. Annem ise en büyüğü.  Küçük teyzemdi o. Bazen teyze demez, adıyla "Gülten" derdim. 
Ben 1. Sınıfa giderken teyzem 3. yada 4. sınıfa gidiyordu. Yani yaş aralığımız çok dar. Abla-kardeş gibide çok didişirdik. Beni ve abimi çok kızdırırdı. Ama çok eğlenceliydi. Taklit yeteneği güçlüydü, onun olduğu ortamlar gülme garantiliydi.
Acıdan ve mızmız insanlardan uzak dururdu. Dobra tabir edilir ya, tam anlamıyla dobra bir insandı. İnsanların yüzüne yüzüne söylerdi kafasından geçenleri. Bazen kırıcıda olabilirdi, herkes onu öyle kabullenmişti. O Gülten teyzemdi, ve ne yapsa yeriydi. Normal bir insan gibi davransa anormal olurdu. 

Ben annemin cenazesi dahil hayatımda hiç cenazeye katılmadım. Yakınlarımın ölümleri hep uzaklarda oldu. Böyle durumlarda ne yapacağımı bilemem. Burada ise ölenlerin ardından feryat figan ağlanmıyor. Ölümü kabulleniyorlar. Sessizce ağlıyorlar. Ölenin ardından toplanıp herkes güzel anılarını paylaşıyor.. muş.. görmedim ama İsviçreli arkadaşlarımın söylediği bu.. 
Elbette insanların öncelikleri farklı olduğu gibi acılarını yaşama biçimleride farklı. Sanırım bende buradaki gibi acıyı yaşamayı seviyorum. Yani ölenin ardından yaşadığımız güzel günleri anarak. 

Çok güldürürdü bizi. Onu acıyla anmak ona haksızlık gibi geliyor. Ne çok anımız var.  Mesela bir örnek; 
Bir gün Gölcük'te onun balkonunda oturuyoruz. Eniştem, yani kocasıda var. Çekirdek çitleyip, bira içiyoruz. Laflıyoruz ordan burdan. Teyzeminde tanıdığı ve sevdiği, yakınım olan bir kadını soruyor, nasıl iyi mi, diye. Bende, hayır iyi değil bu ara, eşi ile arası açık diyorum. Kaşının birini yukarı kaldırıp, "Niye gıııız?" diyor.  Bilmiyorum, kadın biraz romantik, eşinden ilgi bekliyor, elini tutsun istiyor, el ele yürümek istiyor, falan diyorum. Bana şöyle kaşını devirerek baktı, dudağındaki çekirdek kabuğunu püskürttü, kocasına baktı ve dedi ki; "Yaşar elini versene"  eniştem elini verdi, "aha tuttum elini ne var elinde, sıçtum eline" deyip itti eniştemin elini.. Hepimiz gülmekten savrulduk. Gülten teyzem işte. Böyle bir insandı. Hiç bir şeyi ciddiye almazdı. Hayatı bile. Ama hayat onu ciddiye almış olmalı. 

Bu sabah saat 6 da uyanmışlar. Kocasına, "Yaşar, kıymalı börek getirde kahvaltı edelim" demiş. Kahvaltıyı etmişler, ortalığı toplamış, yemek yapmış, ben yorgunum, biraz uyuyayım demiş. Bi daha uyanmamış.. Ölümü bile ciddiye almamış diyesim geliyor. 

Güle güle teyzem.. Anneme selam söyle. 

15 Ekim 2017 Pazar

Merhaba Dünlüğüm..

Merhaba günlüğüm. Daha doğrusu dünlüğüm. Çok dünler geçti. Ağustos'ta üç yazı yazmışım ama ruhunu kaybetmiş yazılar. Dedim bu sen değilsin, zorlama en iyisi. Uzaklaştım. Birazda kişinin ruh haliyle alakalı yazmak. 

Yazmak için istek önemli. İstek olduğunda kelimeler dans ediyor. Bir kaç kez yazmaya yeltendim baktımki, kelimeler dans salonunda değil, opera konserinde.. Frolayn Rottenmayer edasında hiiiç bulaşma der gibiydiler. Bulaşmadım bende. Şimdi bi daha deneyim diyorum, bakalım kelimelerim ne tür müzik dinliyorlar? 

Son aylarda farklı ruh hali içindeydim. Ne üzgündüm Nede mutlu.. Ne ağlıyordum nede gülüyordum. Böyle ruhsuz, duygusuz, tekdüze... Öyle ki; hani burada bahsetmiştim, kanser hastası bir arkadaşım vardı, oda iki yıl önce öğrenmişti hasta olduğunu. Ona yazmak iyi geliyordu bana. Oda aynı şeyi söylüyordu. İki satırda olsa yazıyordum. Espirili yazdığımı ve onu güldürdüğümü söylüyordu. Ne zaman yazsam mutlaka ertesi gün cevap veriyordu. Git gide kısaldı yazıları. Yorgunum uzun yazamıyorum arkadaşım, diyordu. Sanki ona yazarsam, bana yazmak zorunda kalacak diye bazen yazmıyordum bende. Ya yazarsam ve cevap gelmezse diye korkuyordum birde. "Merhaba benim vefalı arkadaşım" diye başlardı yazısına. "Yaşamımın en iyi arkadaşı diye" bitirmişti. En son ona yine yazdım, ve korktuğum başıma geldi. Bir gece kızkardeşim onun bu dünyadan göç ettiğini yazdığında üzüldüm, ama ben hala şarap ve sigara içiyordum. Şimdi acı çekmiyordur diye düşünmek istedim.
Böyle bir ruh hali içindeydim aylardır. Herşeye nötr. 

Perşembe kadınlarından Antonella, neredeyse bir yıldır planladığı bir organizasyonu vardı Eylül ayının başlarında. Eşi ile kendisi , tüm yaşamları boyunca hayatlarına dokunan ve hala dokunmaya devam eden arkadaşlarına bir davet düzenlediler. Bu birazda uluslararası oldu. Almanya, Avusturya ve Türkiye'den misafirlerini davet etti. Aare nehrinin kenarında çok donanımlı bir restoranı kapatmışlardı. 60 kişiydik. Türkiye'den gelen konuklar aynı zamanda benim arkadaşlarım, Ayça ve Cansu. Cuma gelip, Cumartesi davete katılıp, Pazar dönecekler. Güya bende o Pazar onlarla Türkiye'ye uçacağım. Güya bunu havaalanında öğrenecekler. Böyle bir sürpriz yapacağım. Sürpriz kiiim, ben kim? Cuma geldiklerinde yumurtladım. Daha doğrusu açık verdim. Yani demem o ki, bilseler nolur, bilmeseler nolur modundaydım.. Ruh halimden ötürü. 

Neyse uzatmayım, havaalanında ayaklarım geri geri gidiyordu. Hiç tatil modunda değildim. Üç kızız işte. Daha önce hiç birlikte uçmamışız. Daha ne dimi? Yoook. Bavulları vermişiz, artık geri dönüşüm yok, diyorum ki, Ayça'ya şimdi bana biri gelse dese ki; çok kötü görünüyorsun, bu şekilde uçağa alamayız, siz evinize gidin dese" öyle mutlu olurum. Ayça diyor ki, canım gerçekten böyle hissediyorsan, yarın ilk uçakla geri dönebilirsin. Hatta ben göndereceğim seni diyor. 

Bir pazar günüydü. Pazartesi ilk işim kuaförde saçlarımı kısacık kestirmek oldu. Sonra kardeşimle buluşup köye gittik. Çocukluğumda tepindiğim topraklara. İyi geldi bana. Dönüşte annemin mezarına uğradık. Çam ağaçları altında çok güzel bir mezarlık, Hendek mezarlığı. İşte orada içimi bir döktüm. Zırıl zırıl.. Sonra dedim ki; şimdi bir sigara olsaydıda içseydim. Sigara içmeyen kızkardeşim, annem sigara içeni sevmezdi deyip beni tersledi.. Tamam, haklısın dedim. Bi ara yeniden pet şişeye su doldurmaya gitti, baktım arabadan çantamı getirmiş. Senin buna ihtiyacın var, der gibi..  Evet bir sigara yaktım, ve çok zevkle içtim orada. İşte tam o andan sonra kendimi çok iyi hissettim. Annem bana çok iyi geldi. Bu sefer Türkiye'den dönerken ayaklarım geri geri gidiyordu:) 

Sonbahar heryerde güzeldir eminim. Ama burada yani Bern'de sonbahar, anlatılmaz yaşanır derler ya, işte o türden. Masmavi gökyüzü, sapsarı ve turuncu bir doğa, karlı dağlar tüm çıplaklığı ile dokunacak gibi yakın duruyor. Kızıl mı kızıl bir gün batımı. Dağlar kızıla boyanıyor. Şehre ise pembeliği kalıyor. Nostaljik bir pembe vuruyor insanların yüzüne ve ortaçağdan kalan gri yapıların üzerine. İşte tam o anda fotoğraf makinamı Türkiye'de unuttuğum için kendime kızıyorum.

Kızıyorum çünkü; 9 Aralık'ta bir Pazar kurulacak burada. Sanatsal bir pazar. Adı "Koffermarkt" Türkçeye çevirdiğimde sanatsal tarafı yok oluyor gibi hissediyorum. "Bavul pazarı" bu ne ya? İşportacılar gibi:)) Böyle bir şey değil elbette. Aylar öncesinden organizasyonu yapılmış, Bern'in en seçkin binası kiralanmış, beyaz örtülü masaların üzerinde eski klasik bavullarda el emeği göz nuru ürünlerin satıldığı bir pazar. Yazılı başvuruyorsun. Kabul edilirsen, orada ebatları belli olan bir bavulda ürünlerini görücüye çıkarıyorsun. Ve her üründen bir stant olması şartı. Yani, örgü işleri bir stant, dantel, takı, kurabiye, pasta vs. başka başka birer stant. Ben fotoğraflarımdan kartpostal yapıp satmayı önerdim. Bir kaç foto istediler. Gönderdim. Ve kabul edildim. Şimdi onun heyecanı sardı beni. Fotoğraf makinam olaydı aktüel fotolar çekerdim. Şimdi arşiv fotolarımdan seçmem lazım. Neyseki yeterince var. Bilmiyorum, fotoğraflarım ilgi görür mü, görmez mi? İşin maddi yönünde değilim. 15 kişi bile alsa, benim dokunduğum bir fotoğrafa, kimbilir kimler arkasına yazıp nereye gönderecek? Bu daha çok heyecanlandırıyor beni. Maneviyat hep daha ağır basıyor bende. Ve iyiki.. 

Son olarak.. Bugün hayatımda ilk kez aşure yaptım. Çocukluğumda yediğim bu tatlıyı 30 yıl boyunca hiç yememiştim. Üç yıl önce ofiste bir arkadaş getirmişti. Ve her yıl getirir. Ben neden yapmıyorum ki dedim? Ve bugün yaptım. Çok güzel oldu. Valla bak. Sanki aşureyi ben bulmuşum.. Neredeyse Arşimet gibi "euraka" deyip, parmaklarımı şıklatasım geldi. 
Geldi gelmesinede, koca tencere aşure yaptım. Dağıtmak için yaptım hoş. Gerçi hiç Türk komşum yok. Olsun. Binadaki İsviçrelilere dağıtacaktım. İçine kattığım 17 çeşit malzemeyi Almanca yazdım. Verdiğim komşulara içindekileri sayabileyim diye. Bu avrupalılar bir acayip dostum. Herşeyi merak eder ve bilmek isterler. Aşure hakkında bilgilendim, felsefesini ve içindekileri anlatacağım. Baya baya aşure sunumu hazırladım. Tepsilere yerleştirdim. Büyük bir güvenle çaldım kapıları. O'da ne? Kapılar duvar. Açılmadı hiç bir kapı. Hani şu bir bacağı kesilmiş Martin amca var ya, o bile yoktu evde. Sahi uzun zamandır görmüyorum Martin amcayı? Yarın tekrar çalayım kapısını. Tepsideki aşurelerimle pös pös eve döndüm. Bakalım yarın tekrar deneyeceğim. Pazartesi ofise götürüp dağıtırım. Ama o kadar çok ki; ofise götürsemde bitmez. Yoksa bu bavul pazarında aşuremi satsaydım:) Avrupa'ya aşureyi tanıtan türk asıllı alman diye tarihe geçermiydim acaba😀

Aslında bi kaç konu daha var. Baya birikmiş yazacaklarım. Çok uzun olacak. Belki sonraki yazılarda yazarım.. 

20 Ağustos 2017 Pazar

Bi Ses Vereyim Dedim..

Yazamıyorum artık. Kelimelerim lal, cümlelerim kör, bloğum topal.. Bilmiyorum kaç akşamdır yazayım diye oturuyorum.. yazıyorum bir şeyler, hiç içime sinmiyor, siliyorum.. Boşveriyorum sonra.. Akamayan dere gibiyim. Eh derede dolar taşar bir gün. Sabırlıyım.. Bekliyorum. 

Sadece yazmak mı? Hayır.. Bir film bile izlemek istemiyorum.. Kitap okumak mı? Zaten kitap kurdu hiç olamadım:( Günlerdir başucumda yüzükapak yatırdığım kitabın adı bile aklımda değil.
Birazdan yatmaya gittiğimde hatırlarım herhalde.. Ama okuyacağımı sanmıyorum. Yatarken radyo tiyatrosu dinliyorum bir süredir kulaklığımla. Ertesi gün unutuyorum, ben ne dinlemiştim diye zorluyorum beynimi. Yok! Nuh diyor, peygamber demiyor.  Ne severdim çocukken, gaz lambası eşliğinde, pilli radyodan arkası yarın yada radyo tiyatrosu dinlemeyi. Sedirin önüne çöker kulağımı radyoya yapıştırırdım. Şimdide çok seviyorum da, ertesi gün hatırlamıyorum ne dinlediğimi. Sanırım beynim kendini resetliyor bu ara. Bir geçiş dönemi..

Ne yapıyorum böyle dönemlerde? Oluruna bırakıyorum. Göğe dikiyorum gözümü.. Uzun uzun bakıyorum. Trene bakar gibi değil ama. Sanki gök yüzünde ağır çekim tenis oynanıyorda ona bakar gibi. Yağmur yağıyor, rüzgar esiyor, sonra çayır-çimen kokusu yükseliyor.. Bir yerlerden güneş vuruyor, yağmur yağarken. Gökkuşağını arıyorum bu sefer, kamelyon gibi başımı her yana çevirerek. Ve işte orda Gökkuşağı 🌈.
Sanırım görmek istediğimi görüyorum ben.  Biraz geç oluyor, birazda güç oluyor ama görüyorum.

Hafta içi bir gündü. Durup dururken dağlar, göller beni çağırdı. Gittim.. Arkadaşıma sordum gelmek ister misin diye? Seninle her yere giderim dedi. Sabahın köründe buluştuk yine. İyi geliyor bana dağlar, göller. Buzul gölleri. Dizlerime kadar girebiliyorum o sopsoğuk göle. Yaşamım gibi. Hep yarım yarımdı yaşadığım her şey. Ben hep bu yarım yarım yaşadıklarımda yetinmeyi bildim. Aaaa bak bu konuda dün bir karikatür gördüm. Pek hoşuma gitti. Şimdi nerde gördüğümü unuttum iyi mi? Bu her şeyi unutma hiç iyiye alamet değil ya, du bakalım? 
Çizebildiğim kadarı ile şöyle bir şeydi. Çizimlerim berbattır baştan söyliyeyim. 

İşte o gün gezimizden sonra eve geldim, ellerimi kilitlerim, alnıma koydum, hayata teşekkür ettim. Yetmedi, üç kere, beş kere, onbeş kere, yüz kere teşekkür ettim. Doyamıyordum teşekkür etmelere. Herşeye rağmen. Artık kendi dar alanımı koruyorum mutlu olma adına. Bir çoğumuz gibi.. Yok çünkü başka çare..
Nereye baksam ölüm, taciz, baskı, şiddet. Ölümü sevdirdiler sonunda millete. Yok, ben sevmiyorum hala.  Herkes yaşamalı, yaşlı ve yorgun olduğu için kendi eceli ile göç etmeli. Ölüm öyle güzel bir şeyse eğer, kendileri veya kendilerinden biri ölüversin o zaman. "Biz bu millete efendi değil, hizmetkar olmaya geldik" diyorlar. Ben anlamadım bu işten bir şey. Bunlar hizmetli unutmuş  kar'a takılmış gibiler..

Bak işte, yine yazım döndü dolaştı siyasete girdi. O gün bile, hani şu dağlarda gezi yaparken konular dönüyor dolaşıyor o'na geliyordu. Bende hep böyle oluyor.. Bundan nasıl kurtulabilirim??
Güya Türkçe tv lere bakmıyorum. Ama Alman tv lerinde çıkıyor bu sefer karşıma. Almanya'da yapılacak seçimler için Alman vatandaşlığını almış, seçme hakkını kullanacaklara "kimseyi seçmeyin, seçimleri boykot edin" diye çağrıda bulunmuş. Bakele, sayın Erduvan ben özgür irademi kullanıp seçme hakkı mı kullanabilir miyim? Bana karışmaz mısın lütfen!
Benim derdim bana yetiyor, birde sen girme evime, hayatıma. Çok rica ediyorum.. Teşekkür ederim! 

Neyse ya, doğada, Berner Oberland gezi fotoğraflarımda gezinmek isterseniz diye... 













5 Ağustos 2017 Cumartesi

Rüyamada Girdi. Evet..

Sanki her gün, her yerden çıkmıyormuş gibi, birde onu rüyamda görmek neyin nesidir? Bende anlamadım.! Zaten ben özlediğim ve sevdiğim kişileri değil, alakasız insanları görürüm rüyamda. Rüya nasıldı, hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, Mr. Erdoğan! Böyle  başkaları ile bir ortamda sohbet var. Bire bir konuşmalarım var, ama diyaloğu hatırlamıyorum. Benim gördüğüm rüyaların anlamı olmaz genelde. Yada ben anlam yüklemem. Bazı garip ve enterasan rüyalar gördüğümde rüya tabirine bakarım netten. Arama motoruna ne yazacağımı bilemedim? Rüyada Cumhurbaşkanı desem? değil! Başbakan desem? değil! Başkan desem? Oda değil! Hepsine baktım. 

Rüyada cumhurbaşkanı görmek görülebilecek en güzel rüyalardan biridir, en güzel ve en müjdeli haberlerin alınacağına delalet eden bir rüyadır. Rüyada cumhurbaşkanı gören kişi hayatı boyunca üzüntü, dert, keder yaşamaz, yokluğa, kıtlığa, hastalığa düşmez, hayatı huzurlu ve keyifli geçer. Rüya sahibinin hayatı başarılar ve zaferlerle dolu olacak, tüm hayalleri gerçekleşecek, bir kişinin hayatta gelebileceği en üst noktaya gelecek demektir.

Bakan, Başbakan felan. Sonra Recep Tayyip yazdım valla bak! Bu isim var rüya tabirinde! 

Rüyada Recep Tayyip Erdoğanı Görmek; Rüyada Recep Tayyip Erdoğanı görmek en hayırlı rüyalardan birisidir çünkü devlet erkanından birini görmek rüya sahibine büyük nimet sunan rızkı bereket ve işlerinde yükseleceğinin habercisi olarak yorumlanır.Rüyada Recep Tayyip Erdoğanı görenin bereketi şansı ve kısmeti genişler yaptığı işlerden kazancı bollaşır ve rızkı artar.Bu rüya rüya sahibin memuriyet hayatına geçeceğinin de müjdesi olarak de verilir çünkü rüyada devlet büyüğü görmek izzeti makamda yükseliş demektir.Rüyada recep tayyip erdoğanı evine misafir etmek rüya sahibinin hanesine girecek olan rızkın artacağına delalet eder.
Yalan!!! 
Ben bu rüyayı göreli oldu baya, neredeyse bir hafta geçti. Hiç bir numara yok? İnanmaya çalıştım. Bari rüyamın yorumuna bir faydası olsun dedim. Ama yok! Hatta ve hatta hiç olmadığı kadar ters bir hayatın içindeyim. 
O yeni bir devlet kuruyormuş, rüyamda bana yeni bir hayat kur demeye mi getirdi acaba? 

2 Ağustos 2017 Çarşamba

Kafam Karışmış Olabilir..


Bugün. 1 Ağustos. İsviçre için çok önemli bir gün. Benim için sadece tatil olması önemli. Birde arkadaşımın Doğum günü olması. Ama İsviçreliler öyle mi? Ülkeleri ile gurur duyan bir milletir bu İsviçreliler. Gerçi kim ülkesi ile gurur duymuyor ki? Bende gurur duyuyorum ülkemle. Fark şurda yatıyor, yönetim biçimi ile gurur duyamıyorum. Burada öyle mi? Hem yönetim biçimi hem doğası ile gurur duyuyorlar büyük çoğunluğu. İnsanlar kendilerini mutlu ve güvende hissediyorlar. Ben İtalya'da doğsaydım İtalya ile, Japonya'da doğsam Japonya ile gurur duyacaktım. Hatta ve hatta bir Afrika ülkesinde veya Avusturyada bir yerde doğsaydım oraları sevecektim. Bu böyle. Çünkü nerede yetiştiysen oraların kültürü yapışıyor üzerine. Çocukluğundaki tatlar, kokular, duyulan sesler, ata/ana sözleri, yöresel müzikler, oyunlar, yemekler, vs. Bınlar bağlıyor seni yaşadığın yere. Oraya ait hissediyorsun kendini. Yani bunları nerede yaşarsan orayı seviyorsun. Başka seçenek yok zaten. Onun için doğduğun yeri, ülkeyi seçemediğin için olduğu gibi seviyorsun. Bu yüzden çok fazlada abartmamak lazım. Yani "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" gibi, "Almanya almanlarındır" , Türkiye türklerindir" gibi, sevmiyorum bu tür rasist söylemleleri. Dünyalı olabilmek.. hayvansan hayvan, insansan insan olarak. Hayvanların hayvan gibi davrandığından eminimde, insanlardan hiç emin değilim.  
Bu bir dünya, ve hepimiz misafiriz, bir gün hepimiz ölüp gideceğiz. Bu kadar basit. Hiç kimse diğerinden üstün değil. Nokta.. 

*******

Sosyal medayadan bir tiksinti geldi bana. Elimizde bir alet, o ne demiş, bu ne demiş, kim ne yapmış, enformasyon çılgını olduk. Fakat bilgi sıfır. Anlık öğreniyorsun ve unutuyorsun. Enformasyonlarda şu; şort giyen kız, tecavüzler, büstlere saldıran pis sakallı insanlar, 15 Temmuzu savunmayanlar fetöcü, adalet yürüşüne destekleyenler hem pkkli hem fetöcü, oruç tutmayan Müslüman değil, alkol içen ateist falan filan. Bu saçmalalıklar var, birde bunlara laf yetiştirenler. Ooooo sosyal medayada herkes kendini bir bok sanıyor. Şeye benziyor bu; tavşan pipisini taşa sürtmüş, dağı beceriyom sanmış ya, öyle bir şey...  uzak kalmaya çalışıyorum bu ara. Ama çağ öyle bir çağ değil. Enformasyon her yerden sızıyor. Kurtuluş yok. Sadece daha fazla irdelemiyorum. Hiç bir şeyi. Hiç bir şeyi diyorsam hakkaten hiç bir şeyi. 
Ha soyadıyla özdeşleşen Şık hareketlerde oluyor. Seviyorum böyle özgür ve özgün  hareketleri. Öğrenmem gereken çok şey var 

********

İsviçreli bir arkadaşımla yaprak sarması yaptık. Bi ara kendisi yapmış ama olmamış. Hepsi patlamış falan. Aylardır bekliyordu, bir gün beraber yapalım ve öğreneyim diye. Sanırım keyfim anca yerine geldi. Şu gün yapalım dedim. Hemen atladı. Öğrenmeye yatkın biri. Severim öyle İnsanları. İki eliyle bir s... doğrultamayan tipler var ya, beceriksiz, bok üstünden sinek kaldıramayan tipler, hiç haz etmem. İnsanın eli işe yakışmalı.  Koca leğen iç hazırladık. O kendi tenceresini, ben kendi tenceremi doldurduk. İlk bir kaç sarmadan sonra öyle güzel sardı ki; benimkiler sönük kaldı yanında. Sonra nasıl pişireceğini anlattım. Bugün görüştüğümde sordum nasıldı diye. Olağan üstüydü, koca tencere bir akşamda bitti, sürekli yapacağım dedi. 

*********

Malum yaz mevsimi. Ve herkes tatilde denizde, orda burda. Deniz tatilini seven biriyim ben. Özlerim denizi, kumu, güneşi. Ne geçen yıl, ne bu yıl olmadı henüz. Kısa kısa Venedig veya günlük dağ ve doğa gezileri tatil değil.onlar gezi. Adı üstünde Gezi. Denizin sakin sakin plaja vuruşunu, kokusunu, hissetmeliyim. Malak gibi güneşin karşısında yatmalıyım. Kış için gerekli güneşi, denizi depolamalıyım. Yoksa kışın hasta oluyorum. Bu böyle. Ama işte olmayınca olmuyor.. Olur inşallah🙏

*********
Bu ara insana, arkadaşa ihtiyaç duyduğum bir dönem. 
İnsan kendini arkadaşlarının kollarına bırakabilmesi ne güzel duygu dimi. Ama inandığın ve güvendiğin. Yıllarca çay gibi demlediğin, şarap gibi sakladığın.  Tarafsız olduğuna inandığın.. Neyse onu söyleyen. Seni pohpohlamak değil. Çünkü sırıtır o söylenenler. Soyut kelimelerle somutlaşan duygular. Farklı düşünceleri kendi düşüncelerinle harmanlamak. . Bu paragraftan bir şey anlaşılmadı biliyorum. Zaten bende anlamıyorum. O zaman bırakalım dağınık kaldın. 

******* 

Uzun zamandır kelimelerim beynimde cirit atıyor. Ama doğru cümlede buluşamıyorlar. Buluşturmak istemiyorda olabilirim. Herşey olabilir. 
Ben mi? Ben iyiyim. Sadece biraz kafam karışık.