Sayfalar

25 Şubat 2017 Cumartesi

Apartman sohbetleıri.. #7 #8 #9, Zevkler, Çılgınlıklar, Korkular

Meydan okumalara devam..

7-En saçma zevkin? 

Termosta pembe sarap:)
Bir şey yapmaktan zevk alıyorsam ve kimseye bir zararı yoksa bu zevkimin, keyfimin saçma olduğunu düşünmüyorum. Fotoğraf çekmek için yürüyüşe çıkarım mesela, millet yanında termosa çay, kahve falan koyar, ben termosa soğuk kalması için pembe şarap koyarım. Saçma olabilir, ama keyifli. Sonra kendime güzel bir yer seçer orada oturup an ve an fotoğraf çekmeye bayılırım. Çünkü her çektiğim fotoğraf farklı çıkar. O farkı görmek beni mutlu eder. Gittiğim bir gizli bahçe vardır, ağaç nehire yatay büyümüş, ağaç kovuğunda otururken ayaklarımın suda olması değilde, o anda sigara içerken sigara izmaritini atacak yer bulamam. Doğadayım, kimse yok. At gitsin işte nehire değil mi? Ama atamam. 
Seyyar küllük:)
Bi ara bir sigara standında bir kutucuk dağıtıyorlardı. Kapağın üstüne basıyorsun tık kapak açılıyor. Nedir bu? Dedim. Çanta kültablası, dedi. Aman bi mutlu oldum. Hep çantamda. Mesela o gizli bahçede otururken ve ben izmariti atacak yer bulamazken, çantamdan çıkardığım o kutucuk beni mutlu eder. Sigara içmek gibi saçma bir zevk işte. 

Başka saçma zevklerim, akşam yatmamayı sabah kalkmamayı severim, saçma olduğunu bile bile üstelik. 

Gizli bahcem
Başkada vardır elbette bazı saçma zevkler, güvendiğin bir arkadaşınla dedikodu yapmak gibi mesela,  veya tuvalette otururken, fayansları parmakla silmek gibi, şimdi herşeyi dökmeyelim buraya:) insanların türlü türlü saçma zevkleri olabiliyor diğmi. Herkes açık açık yazamıyor o başka. Otokontrol izin vermiyor. 








8-En büyük çılgınlığın? 

Çılgınlık deyince, Bungee Jumping, paraşüt atlama, bisikletle dünya turuna çıkma, veya Himalaya dağlarına tırmanma veya işte böyle ekstrem şeyler geliyor akla. Hayır, bunların hiç birini yapmadım, eskiden yapabilirdim belki ama artık yapamam. Çünkü eskiden olmayan bir yükseklik korkusu belirdi bende. Bu yaşla orantılı mı bilmiyorum. 

Ama geçmişte görece çılgınlıklarım oldu. Gençliğimde çok severdim çılgınlık yapmayı. Köyde yaşarken, abime alınan bisiklet sürmeyi bile bilmeden yokuş aşağı sürüp, direksiyonun kasığıma saplanması, kız kısmı ne işin var bisiklet tepelerinde diye azarlamayı göze alarak bisiklet sürmeyi inatla öğrenmiştim. (köyde ilk kız olarak tarihe geçmeliyim:) Ha, şimdi kullanabiliyor muyum? Düz yolda evet, ama trafikte kullanamam. 

Sonra, köyden kente göçmedim, ülke değiştirdim. Dilini bilmiyorsun, kültürünü bilmiyorsun. 80'li -90'lı yıllarıydı. Bu dönemin ergenlik dönemim olduğunu hiç bilmedim. Ergenliğimizi unutturacak bir dolu şey yaşadık. Bildiğim tek şey, tamam yaşandı, bitti. Yaşam devam ediyor, bi ucundan tutucaz. Böylede oldu. Tekrar tutunduk hayata. Tamam annem göç ederken bir bebek bıraktı. Onada baktık, bakabildiğimiz kadarı ile, yaşayabildiğimiz kadarı ile gençliğimizide yaşadık. Bize sunulan hayat buydu. Ama eksik, ama tamam. Bu kısıtlı yaşamımda belki ergenliğin verdiği enerji ile, belki yaşadığım ülkeyi tanıyacağım diye, belkide arkadaşlarıma adapte olacağım diye, punk gibi gezerdim. Geçmiş kültürüm sözsel el vermediği için görünüşte yapıyordum belkide. Saçlar bir tarafı uzun, bi tarafı kısaydı. Bazen mavi-siyah, bazen kızıldı. Bazen 3 numaraya vurulmuş kirpi gibiydi. Bunlar o dönem çılgıncaydı bence. 

Bir gece Almanya'dan İsviçre'ye 600 km yolu, bana gelme diyen sevgilime rağmen, uzaktanda olsa görme pahasına gitmişliğim vardır. Belki onu uzaktan görürüm diye. Ve evet, Basel sokaklarında bisikletle gördüm onu. Ben arabanın içindeydim.. Bu kadarı bile yetmişken bana, beni gördü. Çılgınsın sen dedi. Evet, seviyorum çılgın olmayı dedim. Gel hadi, dedi. Bir kaç saatlğine eski bir kafede görüşüp, ayrılmıştık. Ben tekkrar geri Almanya'ya. Gençlik başka bir şey. Çılgınlıkta öyle. Şimdi mi? Şimdi evde keyifliyim. Şimdiki çılgınlığım, evde ütü suyu mu bitmiş, bir Pazar günü ütü suyu aramak benzinlikte:) işte bunlar hep durulmaktan. Bulanık olmak güzel, ama sular hep bulanık akmıyor. Zamanı geliyor duruluyor. Felsefesi böyle bu işin. 
Başka çılgınlıklarımda varda, onlarda bende saklı kalsın:) 

9-Çocukken en çok korktuğun şey? 

Ya çok komik ama "purputli"den korkardım. Sadece ben mi, bütün kuzenler. Ananem bizi uyutmak için cama vurur, bak purputli geliyor derdi. Purputli kimdir, nedir bilmiyoruz? Bir korku kahramanı! Çocukken ondan korkardım. 

Birde, çocukkende ve halen korktuğum tek şey şimşek çakması ve gökgürültüsü. Ne zaman şimşek çaksa ürkerim, ve bir fefleksle tırsarım. Gariptir, küçükken köyde gök gürlediğinde dışarıya çıkardım, şimdi ise balkonda bile oturamıyor, içeri giriyorum. Ve bütün pencereleri kapatıyorum. Evlerde yıldırımsavarların olduğunu biliyorum ya  ondan. Köyde böyle bir şey yoktu. Hala yokta, ben aslında korkudan kendimce doğru bulduğum bir şeyi yanlış yapıyormuşum. Evde durmak yerine dışarı çıkıp dut ağacının altında beklerdim. Yıldırım düşüp ölen insanları duyardık. Korkum ondandı. Ölmeyi istemiyordum. Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte. 
Yani cinden- peri'den, nazardan-azardan,ondan-bundan korkmam. İnanmam çünkü öyle şeylere. Purputliyede:) Ama doğadan tırsarım. Doğa çok güçlü, çok güzel ama bi o kadar acımasız. Doğal afetlerden çok korkarım. 

23 Şubat 2017 Perşembe

Apartman sohbetleri #6 Tipitip, Ve Günahlarım..




6. Hastası olduğun bakkal ürünü hangisi? 
Meydan okuma (challenge) sorusu bu bugün. 

Ha, işte bak yine çocukluğuma götüren bir şey bu.  Utandığım itiraflarımda olacak. 

İlkokula başladığım yıllardı. Yeni bir sakız çıkmıştı. Minik paketleri renkliydi. Sarı, yeşil, kırmızı, ve maviydi. Paketinin üzerinde zaten ürünün adını taşıdığı sivri uzuuun burunlu, kocaman yuvarlak gözlüklü, yeşil papyonlu, sarı ceketli, kırmızı pantalonlu, fötr şapkasında mavi olan çizgi kahraman'ı Tipitip vardı. İçinden eğlenceli karikatürler çıkardı. Bak dün yazmayı unuttum, 7 yaşımda ceplerimden o karikatürler çıkardı benim. İşte bu sakız'ı çook severdim. O bir efsaneydi. Kokusu ve ön tadı çok güzeldi. Annemler Almanya'dan alaman sakızı Wrigley's getirirdi, onlarıda severdimde ama içinden karikatür çıkmıyordu.. Halbuki sakız çiğnemeyi pekte sevmem. O ilk tadı vardı ya, o gidince sakızıda atardı zaten. 

Birde leblebi tozunu çok severdim. Küçük şeffaf poşetler içinde çok ucuza 10 kuruş mu 25 kuruş mu neydi. Ananem her gün işten gelirken cebinde iki poşet leblebi tozu ile gelirdi. Ağzımıza boca yapardık onu, sonrada biz konuştukça ağzımızdan bir toz bulutu çıkmasına bayılırdık. Boğulma tehlikeside geçirdik, ama oyun değil mi amaç çocuklar için? Oyun herşeyin üstündeydi. Ölümün bile:) düşünsene oynarken gülmekten ölüyorsun? Neyse vaz geçtim çocuk ve ölüm birbirine yakışmıyor. 

Bu iki ürünün hastasıydım. 
Şimdi bir itirafta bulunacağım. Yine Hendek'teyiz. Herkesin veresiye alış veriş yaptığı bakkallar olurdu. Kemal amcanında sevimli bir bakkalı vardı. Gri önlüğünü giyer, kağıt kese kağıtlarında tartardı ürünlerini. Plastik poşet ve şişeler bugünkü gibi çok kullanılan bir şey değildi. 

Bakkal hala aklımda. Koyu renkli uzun tahtalarla döşenmişti yerler. Tezgahında iki kefesi olan  bir tartı aleti, kiloluk, gramlık pion görünümlü birsürü irili ufaklı ağırlık birimleri dururdu. Tezgahın ardında büyük kahverengi çuvallar içinde toz şeker, un, mercimek, fasulye gibi ürünlerde küçük el kürekleri saplanmış şekilde dururdu. Dükkanın camekanından içeri sızan güneş ışını uzun geometrik şekilde yansırdı. İşte bu güneş hüzmesi buğulu olur, içinde küçük tozlar uçuşurdu. Birazda karanlıktı.

İşte böyle bir dükkanı işleten Kemal amca dükkanı ile bir bütündü. Sanki onun dışında orayı kimse işletemezdi. O manuel tartı aleti ne kadar yakışıyorsa, Kemal amcada o dükkana çok yakışıyordu. Nasıl sevimli bir insandı. Evin küçüğü olarak hep ben yada abim giderdik. Babamı bile o kadar çok görmüyordum o zaman. Gerçi hala görmüyorum ya.. 

İşte biz her gün bu dükkana/bakkala günlük ihtiyaç için gönderilirdik. Bir kilo şekerse mesela alacağımız, Kemal amca gri önlüklü, babacan duruşuyla ve ağarmış pos bıyıklarıyla bize gülümser, eline bir kese kağıdı alır, tezgaha arkasını döner ve o şeker çuvalından kese kağıdına toz şeker doldururken, biz abimle tezgahın hemen önünde tipitip sakız'larının yanıbaşında dururken, şeytana girerdi aklimiza. Evet. Şeytana uyup birer tane Tipitip sakız'larını gizliden gizliye cebimize atardık. Niye yapıyorduk ki biz bunu? Deftere sakız diye yazılmasın mı istiyorduk? Bilmiyorum. Ananem tek çalışandı. Ve ayın sonu, borçlar hemen gelirdi. Şimdi hala konuşuruz abimle. Gülüyoruz halimize ve garip bir suçluluk duygusu duyuyoruz. Ve ikimizde şöyle düşünüyoruz, Kemal amca bunu biliyordu ama ses etmiyordu. Salak olan o değil, bizdik. Onunla helalleşemeyiz artık. Çünkü çoktan göçtü. O çok iyi bir insandı. Güzel bir insandı. Çocukları çok severdi. Işık'larda uyu Kemal amca. Ve lütfen hakkını helal eder misin? Bak senin o zamanki yaşlarına geldim belki, ve içimden atamıyorum bu suçluluk duygusunu. 

Yaa işte böyle, bir tipitip uğruna yaptığımız şeylere bak challeng sahibi, ilham kedisi. Banada bir ilham geldi ve söküldüm.. iyi oldu be rahatladım. Belki Kemal amca bile okumuştur beni🙏 


Söyle bir karikatür buldum..

21 Şubat 2017 Salı

Apartman Sohbetleri #3 #4 #5

3. Challenge Sorusu şu: 7 yaşındaki pantolonun cebinden ne çıkardı? 

Köy yerinde pantolonum var mıydı acaba? Neyse bir giysimin cebi mutlaka vardı. Onun cebinden ne çıkabilir? Sakız çıkabilir, leblebi, çekirdek çıkabilir. Ama asla şeker 🍭 çıkmazdı. Şekeri oldu bitti pek sevmedim. Erik, kızılcık çıkardı cebimden. Sadece cebimden değil, cebim olmadığında atletimin içine atardım kızılcıkları. Bir bitki vardı, adını hatırlamıyorum, yerde biter büyümez, C harfi gibi, yada küçük boynuz gibi, işte onlardan toplardık, cebimiz yoksa pijamanızın lastikli belinden içini dışına çıkarak bir cep yapardık.. Bu boynuzlarla oyun oynardık. Kanca gibi birbirine takar ve çekerdik, boynuzu kırılan oyunu kaybederdi. 

4. Challenge sorusu; Çocukluk Kahraman'ın kimdi? 

Televizyonsuz ev olunca tanımazdık ki kahramanları. Çok sonraları "Küçük Ev" dizisindeki babayı çok severdim. Bende Laura olurdum. Çizgi film ise klasiktir, Heidi. Heidi gibi olmak isterdim hep. Sonunda oldum gibi😀

4. Gereksiz bir yeteneğin var mı? 

Foto alinti.
Esnektim ben. Yere bir nesne koyup Sırtüstü yatar ağzımla o nesneyi alabilirdim. Yere para koyarlardı, bunu ters dönüp ağzınla alabilirsen senin olsun derlerdi. Alırdım ve parayı kapardım. Pekte gereksiz değilmiş bu yeteneğim, baksana para kazanıyormuşum😀 Ah ah kimsede bu yeteneğimi görüpte bir atletizme yada, bir akrobasi gibi yerlere teşvik eden olmamış. Belki ne madalyalar getirecektim ülkeme olimpiyatlarda.. 😀
İşte bütün bunlar hep, yanlış yerde, yanlış zamanda yanlış insanlarla olmaktan.. 
Ben hala yapabiliyorum ben bu gereksiz yeteneğimi. Ama parayı alamıyorum artık. Nesne biraz yüksek olmalı. 
Başka,  dilimi burnuma değdiremiyorum ama, burnumu dizime değdirebiliyorum. Koltukta oturarak değil tabiki, dikildiğin yerde başını dizine değdiriyorsun. Deneyebilirsiniz, kolay değil o kadar. 

19 Şubat 2017 Pazar

Challenge, Balkon Sohbetleri, Çocukluk Eğlenceleri #2



Bu Challenge bi acaip dostum. Samimi olmak adına ne var ne yok dökülüyor ortaya. 

#2. Challenge sorusu, çocukluk eğlencen neydi? Diye soruyor?  

Benim çocukluğum hem köyde, hem bir kasabada geçti. İki taraftada eğlendiğim şeylerden söz edeceğim. 

Yıllarca Almanya'dan (anne baba Almanya'da olduğu için sarı saçlı, ağlayan oyuncak bekledim. Hiç gelmedi. Oralıda olmadım. Çünkü ben bu isteğimi hiç dile getirmedim, sadece bekledim. Bir önceki yazımda zaten evde hiç oyuncağımızın olmadığını söylemiştim. Bu bütün köydeki çocuklar için geçerliydi. 

Köydeki eğlencemiz gündüz saklambaç, tombik, (9 kiremit), yakartop, birdirbir, istop oynamaktı. Ama en çok tombiği severdim. 

Gelincik çiçeklerinden bebek yapardık biz. Henüz açılmamış gelincikleri koparır, içinden hangi renk çıkacağını bilmediğimiz gelincik bebekleri yapardık. Kırmızı çıkarsa çok sevinirdik. Bazen pembe veya beyaz çıkardı. Onlar olmamış gelin bebeklerdi. 
Boncuk diye bir kedimiz vardı. Ninem o kedinin eve girmesine müsade ederdi. Kamplumbağaların üzerinde a noktasından b noktasına gitmeyi severdik. Ağırdı evet, e bizimde zamanımız çoktu. 

Köyde hiç canımız sıkılmazdı. Sıkılsa bile, "sıkı can iyidir, çıkıp gidivermez" diyerek bizi ciddiye bile almazlardı. 

Kışları ise köyde akşam oturmalarına gidilirdi. Büyükler, tarladan tonçtan, bağdan bostandan konuşurken biz çocuklar ayrı odada toplaşır, hayvan-bitki, yüzük, nesivar,  beştaş, gibi şeyler oynardık. 
Birde kibritle oynanan bir oyun vardı. "Hakim-avukat" olabilir mi acaba? 
Şimdi adını tam hatırlamıyorum. Ama bir hakim geçiyordu oyunun adında.  Oyun için sadece bir kibrit kutusu, birde ıslak ve ucuna düğüm atılmış bir elbezi yada havlu gerekliydi.  Kibritin dik tarafına hakim, diğer tarafına başka bir sıfat yazılırdı. 
Bütün çocuklar daire şeklinde otururduk. Sırayla kibriti yere takla attırarak dik durması için atardık. Dik gelmesi zordu biraz. Birde gelsede hakim yazan dik taraf gelmeliydi. Hakim yazısını getiren hakim olur, yan atan veya boş atan birine istediği cezayı verirdi. Ceza, ıslak havlu topuzunu avuca vurmak. Üç kez, beş kez, on kez artık hakimin insafına kalmış. İlk başlarda insaflı vurulan havlu darbeleri oyun kızıştıkça darbelerin şiddetide artardı. Gündüzden kızdığın biri varsa ve sen hakimsen hiç gözünün yaşına bakmazsın vurursun kırbacı, vurursun kırbacı😀 Birde korudukların olurdu. 
Avuçlarımız kıpkırmızı olur, gözlerde yaş döküldü dökülecek, ama yinede direnirdik. Yani hem acı duyar, hem oynamaktan geri kalmazdık. 

Gelelim kasaba hayatındaki oyunlara. İlkokul dönemi başlayınca ananemlere geldim. Çok kalabalıktık orada. Herkes kafasına göre takılıyordu. Benden 5-6 yaş büyük muzip bir teyzem vardı. Aklı başka şeylere çalışırdı.  İlkokulda ben 1. Sınıfa giderken o 3. Sınıfa gidiyordu. Artık kaç dikiş gidiyorduysa😀 ama çok eğlenceli biriydi. İnsanlarla eğlenmeyi çok severdi. 

Hendek'te E5 karayolunun tam kenarında dış briketlerinin sıvası mor bir eve kiracı olarak taşınmıştık. O evi çok severdim. Hala duruyor o ev ama başkaları oturuyor. Kocaman balkonu vardı. Orada türlü türlü muziplikler gelirdi teyzemin aklına.  Bizide alet ederdi. Bizde eğlenirdik o başka😀 

Mesela şöyle; 
Dedim ya E5 karayolu üzeri. Dabılyol ve otobanlar yok o dönem. Bütün şehirlerarası otobüsler oradan geçiyor. Balkonda çekirdek çitleyip yoldan geçen arabalara, otobüslere bakıyoruz. Can sıkıntısından olsa gerek, Teyzem bir gün dediki, bir hediye paketi yapalım, ve yolda düşürmüş gibi yapalım. Bak çok eğlenicez dedi. Peki. Bir şekerleme paketinin içine taş, toprak koyduk, paketi yeniden paketledik, E5 te yolun kenarından giderken tam evden görülebilecek bir yere düşürüverdik. Sonra balkona gelip izledik, o paketi alanı. Bu yetmedi, paketin içini zenginleştirmek istedik. Bu sefer bir paketin içine inek boku, keçi boku gibi şeyler koyduk, güzelce paketledik. Kurdale ile süsledik. Yol kenarında yine düşürüverdik. Sonra balkona gelip beklemeye başladık. Biri geldi, paketi aldı, sağa sola baktı, sonra koynuna koyup gitti. Evde açınca ne hissetti bilmiyorum. Ama böyle muziplikler yapıp güya eğleniyorduk çocukken.  Evde Lego, duplo, masal anlatan, kitap okuyan, Nintendo, PlayStation gibi şeyler olmayınca demekki saçma sapan şeyler geliyor akla:) Çocuktuk ve eğlenmek istiyorduk. Köyde çok eğlenirken, kasabada bir çay bahçesinde Elvan, fruko  veya cola içmek, o zamanlar çok lüks bir şey yapıyor gibi gelsede, demekki boş işlerle uğraşıyormuşuz. Zaten ben o şişeleri köye getirip içine ayran dolduruyordum😀



18 Şubat 2017 Cumartesi

Challenge, Balkon Sohbetleri #1

Balkon sohbetleri adı altında yeni bir challenge başlatmış lham perisi. Ben Fermina'dan ulaştım kendisine. Zaten İlker Gümüşoluk'un "balkon sohbetleri" diye bir YouTube kanalı varmış.. Yeni öğrendim bende. Keyifli bir kanal. İ. Gümüşoluktan izin alarak bu soruları hazırlamış. Sorular hakkaten iç okşayan, gıdıklayan türde. Hem yazmak için bir neden oluyor, hemde ne bilim bir hareketlilik oluyor, hemde blog arkadaşlarını samimi sorularla tanıma fırsatı buluyorsun. İsteyen herkese açık. Hatta isteyen istedigi soruya yazabilir. Blogu olmayanlar bile yorum kısmına kendi hikayesini anlatabilirmis. Ögürlükte sınır tanımayan challenge bu.. 

Gelelim ilk meydan okuma/ challenge sorusuna:


#1 Nasıl bir apartmanda büyüdün? 


Sagdaki ev, bizim ev..
Apartmanda büyümedim ben. Doğduğum bu fotoğraftaki evde geçti çocukluğumun bir bölümü. Apartmanla Almanya'da tanıştım 15 yaşımdan sonra. 16 katlı bir apartmanın 8. Katına taşınmıştık. Heryere tepeden bakmak ferahlatıcıydı. Abimler hala aynı apartmanın 13. katında otururlar. Onları ziyaret ettikçe gençliğimede yolculuk yaparım. Ama madem çocukluğumuzun geçtiği ev veya apartmandan söz edeceğiz, bende bu fotoğraflarda görülen bu evde nasıl yaşadım onları yazacağım.

Burası 10 hanelik bir köy. Hala öyle. Tepeden bakıldığında böyle görünüyor. 



Esenkaya Köyü, Mudurnu..
Üç katlı kocaman ahşap bir ev! Öyle gelirdi bana çocukken. Tam köy meydanında. İki koldan sürekli akan pınarın karşısında. Evin önünde kocaman bir dut ağacı. İlkyaz denilen zamanda, yani Haziran ayında olurdu dutlar. Yapraklarını ipek böcekleri için toplardık. Meyvesini, altına dört bir yanından tutulan çarşafa silkelerdik, patır patır dut yağardı gökten. Sonra çarşafın etrafına toplanır, arılarla birlikte paylaşırdık o dutları. Bazen arı sokardı. Üç beş tane yerdim ben. Pek sevdiğim bir şey değildi. Şimdi özlüyorum ama. Düşünüyorumda, bizim gençler sanırım hiç dut yemedi, ve bilmiyorlar. Almanca adı var ama kendini hiç görmedik buralarda.

Evimizin küçük ön bahçesi tekdüze olmayan uçları sivri daraba ile çevriliydi. Üzüm bağı vardı ama hiç meyve vermeyen bir bağdı bu, maksat yeşillik olsun modunda yaşıyordu. Yani, o bağın üzümünü yediğimi hiç hatırlamam. Birde kiraz ağacı vardı. Fakat öyle yüksekti ki, ağacın kirazına ulaşamadan kuşlar yer bitirirdi. 


Gulluk..
Evin arka bahçesine gitmek için "gulluk" denen bir yer vardı. Burası üstü kapalı, iki ucu açık koridor gibi bir yerdi. Altında 
odun yığınları ve çam kozalakları vardı. Çıra ve odun kokardı oradan geçerken. Yağmurlu günlerde bizim "gulluk" köyün çocukları için oyun alanı olurdu. Oğlanlı, kızlı milye (misket, bilye) oynardık, saklambaç oynardık.  Gulluğu geçince evin arkasında kocaman bir erik ağacı vardı. Erikleri öyle ekşiydi ki, yüzümüz şekilden şekile girerdi. 

Buyruuuun..
Evin çevresi böyleydi. Şimdi içine girelim. Apartmanlarda olduğu gibi zile basılmaz, ahşap kapının dışına sarkan bir ipi vardı, ipi aşağıya doğru çekince kapı açılır, açıldığında kapının arkasında asılı olan çan'a  çarpar ve çan çalardı. Yani eve girmeden değil girdikten sonra çalardı çan yada zil. Güven duygusu, evlerin tavanı gibi yükselti. Her evin çan sesi farklıydı. Gözüm kapalı köyde herhangi bir eve girsem hem çan'dan hemde evlerin kendine has kokusundan tanırdım. 

Kapıdan girişte "hayat" denilen taşlık bir yer vardı. Yaz, kış serin olan bir yer. Elektrik yoktu o zamanlar, süt, yağ, yoğurt ve et orada korunurdu. Yani bu hayat denilen yer buzdolabı gibiydi. Hemen arkası depo gibi bir yerdi, sonbaharda toplanan elmalar, ayvalar, armutlar oradaki geniş raflarda saklanırdı. Elma kokusu hayata kadar gelirdi kış boyunca. Giriş kapısının hemen sağında fırın evi vardı. Haftada bir koca teknelerledeki yoğrulan hamurla köy ekmeği (somun) yapılırdı. Mis gibi ekmek kokusu yayılırdı etrafa. Bir uğrayan olursa, "kokmuştur" diyerek koltuğunun altına bir somun sıkıştırılırdı. 

Yine ilk giriş kapısının tam karşısında üç basamaklı minik merdivenle oturma odasına çıkılırdı. Küçük şirin bir odaydı burası. Kışın soba kurulunca dahada küçülürdü. İki penceresinden biri köy meydanına bakar, diğeri ise çocukluk arkadaşımın penceresine bakardı. Ninem namaz kılarken biz camdan cama  işaret dili ile konuşurduk. Oturduğumuz sedir o iki pencerenin önündeydi. Minderlerin deseni ile ocakbaşının örtüsünün deseni aynıydı. İçindeki motifleri bir bir şeylere benzetmeye çalışırdım. Hala köye gittiğimde o desenlere gider gözüm, sonrada çocukluğum. 

O iki pencereyi ayıran köşede masa gibi bir şey vardı. Üzerinde gaz lambası, tik tak, tik tak çalışan kurmalı bir saat ve kırmızı, pille çalışan, küçük bir radyo vardı. Duvarda ise asılı saatli maarif takvimi. Her akşam tek tek yapraklarını koparır, okuturdu ninem bana. Cemreler ne zaman düşer, Zemheri ne zaman, kocakarı soğukları ne zaman, namaz saatlerini ve imsağı takvim yapraklarından öğrenirdik. Köyümüz minicik olduğu için cami yoktu o zamanlar. Okulda yoktu. Yukarıköy daha kalabalık olduğu için camide, okulda oradaydı. İhtiyaç halinde oraya gidilirdi. 

Üç katlı evin ikinci katına çıkamadım daha:) Hadi ikinci kata çıkalım. 

İkinci kata işte yine bu "hayat" denilen yerden çok dik basamakları olan merdivenden çıkılırdı. Bu katta misafir odası, yatak odası, kullanılmayan iki karanlık oda, ve abdestlik denilen yer yani tuvalet vardı. Musluğu pencerenin önündeydi. Pencereden erik toplamak mümkündü. Pencerede kırık bir ayna vardı. Yüzümün yarısını göremezdim. İbriklerdeki sular kışın buz gibi olurdu. Elimi, yüzümü yıkarken tir tir titrerdim. Sabunlukta Almanya'dan gelme, yeşil-beyaz FA sabunu olurdu. Bitmesine yakın iyice yamulurdu, ama her sene yenisi gelirdi. Musluğun yanında kapalı alaturka hela vardı. Geceleri ışık içeri girsin diye lambalık yapmışlardı. 
Orjinal foto, lambanin kondugu yer..
Gaz lambasını oraya koyardı ninem ve beni beklerdi. Korkardım yalnız tuvalete gitmeye. Abdestliğin ilk giriş kapısı yaylı idi, iterek girersin ama o kendi kendine kapanırdı. Yayları yağsız mıydı bilmem ama kapı kapanırken bir acayip ses çıkarırdı. Yağlamayı hiç düşünmedik, çünkü böylece bir kere ses çıkınca tuvalette birinin olduğunu, ikinci seste boşaldığını anlardık. Hala aynı ses mevcuttur, köye gittiğimde o sesi duymak için tekrar tekrar açıp kapadığım olmuştur. Hatta sesini telefonuma zil sesi olarak kaydetmeyi düşündüğümde oldu, çok ciddiyim. 

İkinci katın odalara ayrılan geniş alana, çardak derdik. Çardağın bi kenarından tavan katına yine merdivenle çıkardık. Orada bir dokuma tezgahı vardı. Ninem (babaannem) orada bez ve kilim dokurdu. Gözümün önüne geldi şimdi, başörtüsünün iki ucunu kafasına atar, güneş görmemiş akçacık döşüne alnının teri damlardı. Ayaklarının altında iki pedal, birini indirir, diğerini kaldırırdı. Bu arada elindeki mekiği bir sağa sallar, tarağı çekerdi, bir sola çeker yine tarağı çekerdi. Hem ayakları, hem elleri, hem beyni çalışırdı. Onu izlemeyi ve tezgahın çıkardığı ritmik sesi çok severdim. Birde fare kapanları ve mavi zehir tozları vardı o katta. Örümcek ağları kocamandı.  Yalnız başıma yine çıkamazdım o kata, korkardım. 
çardaktaki gaz lambasi ve lüküs..Fernüsün üzerindeki
mavi örgü benim emegim:)
Akşam karanlık çöktüğünde aşağıki odanın, çardağın ve tuvaletin gaz lambalarını yakar, fitillerini kısardık. Bulunduğumuz yerdeki lambaların fitilini yükselterek daha bir aydınlık hale getirirdik. Akşamları radyoda arkası yarın, Perşembe günleri radyo tiyatrosu dinlerdik. Evde hiç oyuncağımız yoktu. Hiç kimsenin yoktu. Doğa ile oynuyorduk biz. Kuşlara tuzak kurar evcilleştirmek istedik. Kuşlar özgürlüğünden ödün vermez, ölürlerdi ama yinede evcilleşmezlerdi. Büyük kaplumbağalar olurdu. Üzerine binerdik, önce başını içine çekerdi, sabırla beklerdik, sonra kafasını çıkarırdı ve yavaş yavaş yol alırdı. Taşırdı bizi. Şimdi çok saçma geliyor tabi. Ben bunu bizim oğlanlara anlatsam ne kadar barbarmışsınız derler herhalde. Ama hiç bir hayvana zarar vermezdik. Sadece sineklerin kanatlarını koparır kibrit kutusunun içine koyardık:) evet bunu yapardık. Birde iyi niyetle yaklaştığımız, ama evcilleştiremediğimiz serçeler var:(

Yolculuklarda içtiğim Elvan gazoz şişelerini yanımda köye getirir, içine ayran doldurur gider köyün tepesinden Mudurnu'ya uzanan kıvrım kıvrım yolların kenarında sapsarı buğday tarlalarını izleyerek içerdik arkadaşlarımla. Benim keyifle içmem demekki o zamanlardan geliyor:) ayranda olsa aynı, şarapta olsa aynı😂 
Sonra kızılcık toplar, atletimizin içine atardık. Atletimiz kan kırmızı olurdu. 

Köyde, çayır denen kocaman bir alan vardı. Yazın harman kurulurdu. Harman yığınları arasında saklambaç oynamaya bayılırdık. Harman dışında o çayır sadece çocukların ve hayvanların alanıydı. Orada istop, yakantop, tombik, çelik+çomak oynamak dünyanın en güzel şeyiydi. Keşke akşam olmasa, derdik. Hava kararırdı, bizi toplamaya gelirlerdi evin büyükleri, kızarak. O azarlanmayı göze alırdık, ama yinede her akşam o oyundan vazgeçmezdik. 

Kışın dedemin yaptığı kızakla kayardık. Ayaklarda Ankara lastiği, üstümüzde hırka, altınızda pazen pijama. Öyle zevkliydi ki, üşüdüğümüzü bile hissetmezdik. Eve her yerimiz ıslamış, ellerimiz, ayaklarımız buruşmuş dönerdik. Ninem sıcak suyla değilde kar ile ovuştururdu elimizi ayağımızı, söylene söylene. Sobabın üzerindeki sıcak suyla niye yıkamaz diye çok kızardım, ama bir şey diyemezdim, ninem biraz otoriter bir kadındı. Ama doğrusunu yapıyormuş. Sonradan öğrendim. Zaten ben ninemide sonradan anladım. Harika bir kadındı. Çalışkandı, üretkendi, disiplinliydi, akıllıydı, temizdi. Hiç ona çekmemişim ben! 

Ağaçların adını, yaprakların şeklini, otları, çiçekleri, hayvanları, çam sakızını, çırayı, yoncayı yaşken yiyen hayvanın öleceğini, İpek böceklerinin dut yaprağı ile beslendiğini, çarşaf, yorgan yüzü ve peşkir yapmak için dokunan bezin ilk olarak mayıs ile, yani inek boku ile yıkandığını, maydonozun kokusunu, nanenin kokusunu, Tarhan'ın yapılışını, küplerde turşu kurmayı, yoğurt uyutmayı, kaymaktan tere yağı yapmayı, kışlık hoşaf için meyve kurutmayı, erişte kesmeyi, komşuluğu, anlayışı, hoşgörüyü, sabrı, eğlenceyi, insanlığı, bu köyde bu evde öğrendim. 

Ev hala duruyor. Kışın bacası tütmez, pencereden ışığı dışarıya vurmaz. Karanlıktır. Boştur. Yaz"ları amcam gidiyor ve yapılması gerekeni yapıyor. Amcam hep yaşasa keşke diyorum. Amcamı biliyorsunuz dimi, hani Adapazarı'nda kaybolmuştum, hani beni bulduğuna sevinmemiştim:) işte o amcam. Glu glu amcam. 

Böyle işte. Ne yazasım varmış arkadaş? Buraya kadar okuyan var mı hakkaten? Tebrik ediyorum seni okuyucu👏 En sevdiğim şey geçmişimi yazmak zaten. Bundan sonraki yazılarım kısa olur söz. 

Daha ne detaylar var yazamadım bile. Akşamları bahçedeki ateş böceklerinin uçuşunu, kurulan sofra bezinin üzerindeki sofranın üzerindeki ağaç koğuğunun 
şekli, bakır, kalaylı sahanlar, içinde tarhana çorbası pişen gurşaneler, misafirlere dökülen cam kolonya şişesi, yine misafirlere "buyrun" diyerek tutulan gümüş şekerlik, sedirin altındaki iğne iplik kutusu, içinde tırnak makası, bir rafta saray helvası kutusu içinde Almanya'dan gelen fotoğraflar, bayram kartları, hani şu 3D gibi, Kartı oynatınca başka görüntüsü olan, ve tırnakla üzerinden geçince ses çıkartan, geceleri uyurken odaya sızan ay ışığı ve pınardan akan suyun sesi, ve uzaktan gelen köpek havlamaları. Ah ah. Bu anlattıklarım hala var. Her köye gidişimde  neden mutlu olurum? Anlayabildiniz mi?  Köyde bir başka olurum ben. 

Çocukluğumun geçtiği bu köyü bu evi çok seviyorum, çok özlüyorum. 

Peki sizi, bu yazılarımla gezdirebildim mi bu evde? 


Dokuma tezgahinin bulunugu en üst kat, iki pencereli olan..
Gullugun altindan bakis acisi..

Cardaktan tavankata cikan merdivende,
bunlarin keyfine varan ben..

15 Şubat 2017 Çarşamba

14 Şubat, Sevgililer Gününe dair.

14 Şubat bitmeden bende bir şeyler yazayım, bloğum garip kalmasın dedim. Herkes, ben dahil ucundan kenarından değiniyoruz bu konulara. Yani oralı değiliz ama.... der gibi.

Sevgililer günü.. Ne ifade ediyor? Bu konuda 10 yaşımda haberdar bile değildim. Değil sevgililer günü doğduğum günü bile hiç bilmedim. 20 li ve 30 lu yaşlarımda kapitalizmin oyunu diye küçümsendim.  40 lı yaşlarımda hala aynı düşünceyi benimsesemde bazen dargınlığımızın barışma sebebi olabildi.

Şimdi ise kim nasıl kutlamak istiyorsa öyle olsun diyorum. Sevgi günü, sevgililer günü.. Sevgi için yapılan her şey mubahtır diyorum. Kapitalizmin oyunuymuş, falanmış filanmış. Sevgi parayla pulla olacak iş değil. Ama kapitalizmin oyunuda olsa, silah satmaktan iyidir, diye düşünüyorum. 

Biz hala, o sevgililer günüde neymiş diyen gruptan oluyoruz. İki gün önce Çiçek'le geldi eve, ben sevgililer günü bilmem içimden geldiği zaman yaparım diyerekten. Güya kapitalizme meydan okuyor. Çiçek 🌺 böcek 🐜 bahane. Sevgi şahane. Her gün hatırlansın diyoruz. Hatırlayacağızda, ee, her gün sevgi dolu bir dünya karşılamıyor bizi. Dertler tasalar bırakmıyor yakayı, haber izlemek yetiyor. O kadar bunaldık ki, artık sevgililer günü, sevgi günü, sevgiye dair herşey ruha iyi geliyor sanki. 

Kim ne derse desin, bugün, bazen gizli gizli, bazen açıktan, bazen umarsız, bazen önemsiz, hepimiz günün manasını biliyoruz. Herkes ama herkes istediği gibi yaşasın. Kocam bunu almış diye bir gül buketini paylaşan birinide anlayabilirim, sevgililer günüde neymiş ya, diyeninde.  Her ilişki, her sevgi kendine özeldir. Duyguları keza öyle.

Hayatın gerçekleri hep bir tarafta zaten. Bir nefes almak.. Hani nasıl yorganlarımızı pencereye çıkarıp havalandırıyorsak, yada eskiden köylerde olduğu gibi, yere yapışık,  sıkışık döşeklerin içini boşaltıp didilen yünü, pamuğu yeniden yumuşak ve pofuduk hale getirmek gibi bir şey bu özel günler.  

Kısaca sevginin her türlüsü güzeldir.. 

13 Şubat 2017 Pazartesi

Şubatın ortasından.. ordan., burdan..

Eeeee challenge bitti. Kaldım mı dısdıbıl? Sorularla oyalanarak gündemi es geçiyordum. Yine kaldık gerçeklerle baş başa. Nereye baksam "evet" "hayır" propagandaları her yerde. Haberlerde, sosyal alemlerde, yabancıda olsa arkadaşlarım, onlarla bile, evde,  heryerde. Tv lerdeki propagandalar daha çok "evet"çilerde. Hayır'cılara bir baskı olduğu aşikar. 

Şunu düşünüyorum? Madem iyi bir şey getiriyorsun, doğru bir şey uygulamaya çalışıyorsun, bu baskılar, bu çırpınışlar, bu panik, bu oldu bittiye getirme çabaları neden?  Çürük malı kakalar gibi. Anlat, açık açık aklımıza uyarsa evet diyelim. Ama akla uygun ve elle tutulur hiç bir yanı yok. Şimdi birde krallık falan baklası var dilinin altında.

Hele hele OHAL in keyfi uzatılması ile keyfi kararlar almalar, falan. Diyorum ki, zaten her değişikliği ve uygulama yapabilme yetkiniz var?  E daha ne istiyorsunuz? O istenilen rejim değişikliğini o beğenmediği  "Esed"in rejimini niye getirmek ister ki biri? Görüyorsun işte, olmamış! Iraktada olmamıştı.. Acaba, kendi ile birlikte ülkeyi uçuruma mı sürüklüyor? Bunları düşünüyorum? 

Sonra, hayır diyorum aklı başında olan hiç kimse buna izin vermez!  Bunun bir parti seçimi olmadığını bilir. Sadece hatır için evet diyenler olur. "Hatır için çiğ tavuk yendiğini hiç görmedim. O yüzden hatır için "evet" denmez. 

Pazar bugün. Kendi dünyamda yaşıyorum.  Kar eriyip gitmişti. Hatta bir iki gün güneşli ve artı derecelerde olunca bahar gelir gibi oldu. Ama şubattayız. Kışın ortasındayız hala. Bugün yeniden yağması çok normaldi.  Çok güzeldi. Pazar, sıcacık evdesin, kuzine yok, ve hatta üzerinde kestane ve portakal kabuğuda yok.. Almancada bir deyim var, " iki düğünde aynı anda dans edemezsin" diye. O hesap, hem kuzineli odanın nostaljisini isterken, hem her odanın aynı sıcaklıkta olan kaloriferi bir evi yadsıyamazsın. Üstelik böyle bir seçenek sunmuyor kent yaşamı. Bedelini ödeyerek yaşamak zorundasın işte. O zaman o yaşama ayak uyduruyorsun. Kuzine yanmasada, üzerinde güğüm kaynamasada, dışarıda yağan kar, aynı kar. Sessiz sessiz, ağır ağır ve birbirine dokunmadan yağıyor. Ne güzel şey kar tanelerini izlemek. Her kar tanesi özgürce istediği yere düşüyor. Düştükleri yerde bir bütün oluyorlar.
Bak nereye bağlayacağım buradan. Herkes özgürce gitsin oyunu kullansın diyorum. "Evet" yada "Hayır"
Ama unutma, evet dersen kim gelirse gelsin, beni yönetsin diyorsun. Bu iş biraz Erdoğancı ve karşıtları gibi bir şeye dönüştü. Şimdi Erdoğan gibi görünsede, kimse kalıcı değil, ilerde senin tamda istemediğin biri Başkan olursa, ne olacak halin? Kişi seçmiyorsun, bir istikbal seçiyorsun, o yüzden önce düşün sonra istediğini seç. Çünkü iyide olsa, kötüde olsa bunu "ben" seçtim diyeceksin. Dönüp dolaşıp konunun referanduma gelmesi? 
Neyse.. 
Bütün bu olaylar olurken ben bi taraftan filmler izledim, bereler, atkılar falan ördüm. Elimde işledi, gözümde. Ayaklarımda işleyeydi iyiydi. Ama kış günü evde kalmak çokta önemli değil diye kendimi kandırdım. Yaşlılığımda bunlar bir bir önüme çıkacak biliyorum.
Belki çok yaşlanmadan binerim imamım kayığına?


Sevgi Beresi, ve atkisi.. Sürpriz birine..

3 Şubat 2017 Cuma

17 günlük Challenge.. Güzeldi.. Güzel bitti.



Evet Kağıda bir şey çiz ve bize göster diyor, bu günkü challenge sorusu. En çekindiğim soru buydu aslında.
Profesyonel olmasada güzel fotoğraf çekerimde, ama resim çizmek asla benim işim değil. Çok beceriksizim bu konuda. Resim ve tablolar yapan arkadaşım Antonella bana der ki; güzel fotoğraf çeken güzel resimde çizebilir! Hiç demedin mi?  Denemedim, ama insan kendini bilmez mi? Ben bilirim.  Yok, Benim o yeteneğimin iki gözüde kör. 
gündüz ofiste cizdim..
Bu konuda 9 yaşındaki yeğenimden yardım istedim. Çünkü sürekli resim yapıp whatsapptan gönderiyor. Bence baya yetenekli. Bu güne kadar göndermesini istedim. Ama hala göndermedi. Zaman kısaydı tabi. O zaman iş başa düştü dedim. Bugün ofiste çizdim şunları. Kurbağayı resme bakarak çizdim güya. Üste görünen masadaki şişeyi ve kadehi kafadan çizdim:) çok aşınaysam demek bu görüntüye:) 

17. Ve son soru ise; 2017 de olmasını çok istediğin bir şey? 

Bu soruyu egoistçe cevaplamam ayıp kaçmazsa eğer, ailemin, yakınlarımın, arkadaşlarımın, çevremin "bu ne müthiş güzel bir yıldı" demelerini istiyorum. Akciğer kanser hastası olan arkadaşımın, iyi olmasını çok istiyorum.. Cuba sağlık bakanlığından izninin çıkmasını, oraları görmesini ve tedavisine orada devam etmesini çok istiyorum. Sonra planladığımız Venedig gezimizin muhteşem geçmesi. Glacier Express ile dünyanın en yavaş hızlı treni ile arkadaşlarımla masalsı bir seyehat etmek istiyorum. Birde Matterhorn dağını yakından görmek ve fotoğraflamayı çok istiyorum. Bunlar bu sene olsun istiyorum.. 

Genel isteğim ise belli.. "Hayır"lı olmasını istediğim bir ülke var. Dünya var.. insanların tek derdi, "sardunyalarım neden kurudu" diye üzülen insana, üzülen insanlar olsun istiyorum. 

Bir istek hakkımız vardı, biliyorum. Ama isteyenin bir yüzü vermeyenin iki yüzü, demişler. Ben isteyim gerisini evrene bırakalım. Bakarsın beni ciddiye alır bu evren? Du bakalım 🤔 

Bu arada bu Challenge başlatan Sonik hanım, attı ortaya bir şey, ama kendi ortalıkta yok diyeniniz oldu mu benim gibi? Meğer ne kadar haklıymış..! Bakiniz..

Güzeldi bu challenge Sonik hanim . Hareket oldu. Yeni tanıdıklarım oldu. Teşekkürler.. 
Bunuda simdi cizdim..
 Eskiden mektup arkalarina cizerdik..

1 Şubat 2017 Çarşamba

Hey Onbeşli Onbeşli.. Tokat yolları taşlı.. #15

Onbeş yaşındaki birine vereceğiniz nasihat ne olurdu? 

Bugünkü challenge sorusu bu. 

Tanımadığım bir ergene nasihat veremeyeceğime göre, kendiminkilerden yola çıkacağım. 

Şimdi biz ergenliğimizde büyüklerimizden dinlediğimiz nasihatlar, yapma kızımlar, etme kızımlar, kızmalar, bağırmalar oldu. Çok istediğimiz halde izin alamayışlarımız oldu. İşte o zamanlar derdim ki; eğer ilede anne olursam bunların hiç birini yapmayacağım Çocuğumu dinleyeceğim, anlayacağım, ne isterse izin vereceğim, güven duygusunu öne çıkaracağım vs. Teoride herşey güzelde pratikte pek öyle olmuyor bu işler. 0-6 yaşa kadar her şey güzel. Evet o güven duygusu verilmiş. İnanıyorlar. Sonra okul başlıyor. Bir bakıyorlarki hayat evdeki gibi değil. Çok daha farklı. Bunun farkına varıyorlar. Onlar bu zamanda, biz ise geçmiş zamanda kalıyoruz. Ve zaman bizim ebeveynlerimizle çatıştığımız gibi, bizde çocuklarımızla çatışma zamanının çanını çalmaya başlıyor. Her ne kadar onları anlasakta korkularımız ilerde gidiyor. Onlara kötü bir şey olmasından korkuyoruz. İşte bu korkularımızı yensek, rahat olacağız. Birde sanırım ergenlik döneminde didişmek, ilerisi için güzel bir bağ kuruyor. Tecrübelerim bu yönde. 

Her ne kadar ben modern, anlayışlı biriyim de dur. O ergenlik yaşanmalı, sende ebeveyn olarak üzülmelisin. Bu hayatın olmazsa olmazı. Sen doğru olanı söyleyeceksin, o yaşayarak öğrenecek. 
İnsan öğrenmeye aç. Biz hayvanlar gibi değiliz içgüdüsel olarak doğar doğmaz büyüyen, gelişen, adapte olan. Biz eğitilmeye muhtacız. Gerek evde, gerek okulda, gerek hayatta. O yüzden hiç birimizin ben çocuğuma hiç karışmadım demesine inanmıyorum. Karışıyor insan, öyle yada böyle. Hele ergenken iyice ayuka çıkıyor. Ayrıca bu bize ait bir şey değil, Dünyalı, Avrupalı modern, anlayışlı bir aileninde problemi. Dövmek, sövmek sorunu halletmiyor onu biliyoruz. 
Çünkü ergenler özgürlük sınırını bilmiyor. Ha, özgürlüğün sınırı mı olur? Bu özgürlükten ne anladığımıza bağlı, tıpkı sanatın özgürlüğü gibi. Soyut kavramlar üzerinden çok tartışmalar çıkabilir. İşte bu ergenlere şunu demek isterdim, bana öyle bir şey söyleyin ki, ikna olayım. Aksini ispatlayamayacağınız şeyle gelmediğiniz sürece ben haklıyım.. 

Ne kadar kızsamda, hayatı kendi başlarına tanımalarından yanayım. Ben tecrübelerimden öğüt veririm, ama onlarında tecrübe etmesinden yanayım. Çünkü bilirim ki, ergenken yapılan hataların telafisi oluyor. Ama olgunken yapılan hatalar tokat gibi çakıyor. O ergenlik yaşanmalı.. 

Birde o 0-6 yaş dönemi var ya. İşte o çekirdek eğitim, o kalıcı oluyor. Ne kadar farklı hayatlar tanısalarda. Benim tecrübem bu yönde. Ergenken ben söyledim onlar yapacağını yaptı. Ama yine bir noktada buluştuk. 

Yani demem o ki; ben öğütler veririm ama gençler kendi hayatını yaşar. Anlayışla karşılayacak olan yine benim. Anne baba olarak küçüklüklerinden bu yana sadece şu nasihati verdik. Çocuklara, yaşlılara, engellilere, insanlara, kadınlara, hayvanlara, doğaya saygılı olun. Hep bunu söyledik, alfabe gibi ezberlettik. Hala şaka yollu çarpım tablosu gibi bu soruyu yönelttiğimizde, sırası ile cevap verirler, gülerek. Her ne kadar gülsekte bu önemli bir şey. Bunlara saygısı olanın yaşama saygısı var olur. Bilmiyorum iyi yetiştirdiğimi sandığım iki oğlum var işte. 

Benim farklı anlayışım ise, başka gençlerli çok iyi anlayışım. Kendilerini rahat hissediyorlar yanımda. Kendi çocuklarım henüz çok rahat davranamıyorlar. Buda tamamen korku veya çekingenlik değil, saygıdan kaynaklanıyor. Arkadaş gibiyiz ama anne olduğumun bilincindeler. Belkide davranışlarımla ben buna izin vermiyorum, bilmiyorum. 

Onları çok seviyorum, yanlış yapıyorsam bile. Sevgi ile yapılan yanlışların zararı olmaz..  İçinde sevgi olan hiç bir şeyin zararı olmaz.. Hani herşeyin fazlasının zararı var ya, sevginin yok işte. Çok sevgi üretir.. İnanmıyor musunuz? O çocuklarınız nasıl oldu bi düşünün o zaman? 

Bazen burnumun düstügünün kabul ediyorum...
Hep ben hakli olamam:)