Sayfalar

31 Mayıs 2017 Çarşamba

Eskiye Süzüldüm.. Yeniye Döndüm..

Bu zamansız ve bunaltıcı sıcaklığın sonunda şimşeklerin çıkacağı, çok şiddetli gökgürültüsü ve ardından şakır şakır yağmur yapacağı belliydi. Şimdi duruldu, ılık esen rüzgar balkon perdesini sakince uçuruyor. Balkona çıktığımda uzun zamandır hissetmediğim o koku işte bu. Herkes tanır yağmur sonrası toprak, çayır çimen o buram buram kokusunu. Baya bir içime çektim, o kokular sadece koku olarak kalmıyor, alıp götürüyor başka diyarlara. Balkon camekanından süzülen yağmur damlası gibi süzülüverdim çocukluğumun ramazanlarına..

Her akşam aynı vakitlerde, evin köşesinde masa üzerinde duran tik tak, tik tak çalışan saati arkasındaki kulpundan kurardı, ninem.  Sonra saatli maarif takviminden bir yaprak koparır arkasını okumaya çalışırdı. Sonradan öğrenmişti okumayı. Heceleyerekte olsa okurdu. Sonra gaz lambasının fernüsünü çıkarır, yandaki düğmesini çevirerek fitilini yukarı kaldırır, kibrit kutusundan bir çöp çıkarır, avılı kenarına çakar, kibrit çöpü tutuşmazsa tekrar çakar, alev aldığında dağılan kibrit kokusu ile, fitile tutar yakardı.. Kibriti söndürmeden, ucu minik top gibi, hafif yana eğik, yanmış, siyah çöple iki parmağı arasında halen yanmakta olan kibrit ile başka odanın lambasınıda yakardı. Bir kibrit çöpü bile olsa, müsrifi sevmezdi. Pirinç ayıklarken yere düşen bir tek pirinci arardı. "Bir pirinç tanesi için bir saray yakmışlar" derdi.

Takvimlerden üç ayların başladığını öğrenir, belli günlerde oruç tutarak Ramazan'a hazırlardı hem kendini, hem bedenini. Fakat bundan kimsenin haberi olmazdı. Ancak biri bir ikramda bulunursa sağol, almayım niyetliyim, derdi.

Küçücük on haneli Köyümüzde cami yoktu o zamanlar. Mescid vardı ramazandan ramazana açılan. Birde mescidin arka tarafında duvara dayalı ahşap bir tabut vardı. Çocukluğumda o tabut hiç kullanılmadı. Kimse ölmezdi ben çocukken. Öyle sanıyordum.

Ramazan'da bir aylığına hoca tutulurdu. Parasını köy halkı verirdi galiba. Ve o hoca hergün başka bir evde kalırdı. Kaldığı evin penceresinden, sağ elini kulağına koyar ezanını okurdu.

Bizim evde bir dönem sadece ben ve ninem olduğumuz için bizde kalmazdı hoca. Başka kalabalık ailelerde kalırdı. Bir keresinde kör bir hoca tutuldu köye.  bir kere bizde kaldığını hatırlıyorum. Çünkü bir akşam bizim pencereden ezan okuyacaktı, yukarıya misafir odasına götürdüm, sedire oturduk, pencereyi yukarı kaldırdım, takvimden iftar vaktini söyleyeceğim saati bekliyoruz, dışarda olanları ona anlatıyorum güya. Akşam saatleri herkes bir koşuşturma içinde, "aha, Safiye yenge düşeyazdı" dedim bizim köyün şivesi ile. "Safiye yenge okuma yazma biliyor mu? diye bir soru yöneltti bana. "Yooo, bilmem" dedim. "Ee düşe-yazdı dedin ama" dedi gülerek. Görme engelliydi ama gönül gözü açıktı. İyi bir insandı. Espiriydi. 8-9 yaşlarımdaydım. Bende oruç tutmak istiyordum. Sen çocuksun, senin için farz değil, ama çok istiyorsan kuş orucu tutabilirsin dedi. Öğleye kadar yani. Dayanabiliyorsam ve istiyorsam son günü tam tutabileceğimi söyledi. Niyetimin önemli olduğunu vurguladı. Ama kendime güveniyorsan,
inanıyorsan ve niyet edersen, bütün gün bozamazsın orucunu, eğer bozarsan ceza olarak 61 gün oruç tutmalısın, dedi. Kuş orucuna karar verdim bende.

Gecenin bir yarısı sahura kalkmak, uykulu gözlerle yemek, içmek çok eğlenceli geliyordu bana. Nineme benide kaldır tamam mı? diye tembihliyordum. Kaldırıyordu beni.

Saati çalması için değil, çalışması için kurardı ninem. O çalar saat onun içindeydi hep. Ne zaman isterse o zaman kalkardı. Sahurda bile. Yer sofrasında bir şeyler hazırlar, ve beni kaldırırdı. İkimiz gaz lambası eşliğinde, uykulu gözlerle, boğazımızda düğümlenen lokmaları yutmaya çalışırdık. Küçük radyomuzda bize eşlik ederdi, Hacıvat-Karagöz dialogları olurdu radyoda o saatlerde, işte onu çok severdim.
Sonra el yüz yıkanır, ağız çalkalanır, belki diş fırçalanır, yatardım. Ninem sabah namazı için ayakta kalırdı. Kendime güvenemediğim için niyet etmezdim. Duruma göre bakardım. Çünkü hoca bana bunu öğretmişti. Niyet edersem, yani söz verirsem tutmalıyım gibi. Bu çok önemliydi benim için. Bunun din ile alakası yoktu. Ahlak ve insanlıkla orantılıydı. Kendime güvendiğimde, ve inandığımda niyet ettim. Oruçta tuttum. O ruh hali ve maneviyatı bambaşka. Ne acıkma hissi, nede susama. Ama inanıyorsan? Hani günümüzde bir amaç uğruna açlık grevi yapanlar, veya ölüm orucuna yatanlar var ya, bence aynı şey. Bir şeye inanmak ve o manevi duygu.

Güzeldi çocukluğumun ramazanları. Köyde her gün bir başkası davet verirdi. Çok severdim o davetleri. İnsanlar bir araya gelirdi. Yediklerini eritmek için o mescide gidilir, yatsı namazı ile birlikte 33 rekat namaz kılınırdı. Yediklerini eritmek için olmalıydı bu. Gerçi bir hareket olmuyordu, durduğun yerde rükuya eğil, kalk, sonra secdeye eğil, çoğu kişi uyukluyordu zaten. Biz çocuklar işin gırgırındaydık. Erkekler önde, kadınlar arkada, hatta kilimle önü kapanmış bir yerde namaz kılıyorduk. Secdeye eğildiğimizde biz çocuklar o kilimi aralayıp önümüzde hepsi birden secdeye yumulan erkekleri görüp kıs kıs gülüyor, ve hemen kilimi indirip diğerleri ile aynı pozisyona geliyorduk. Sanki bizi duymuyorlardı yanıbaşımızdaki annemiz yada ninemiz? Elbette biliyorlardı. Ama hoş görüyorlardı.

Hele o son gün. Bayrama hazırlık. Bayram temizliği bi taraftan, baklavalar, katmerler, gözlemeler diğer taraftan hazırlanır, arefe gecesi gaz lambası eşliğinde ellere kınalar yakılır, o eller bağlanır bağlanmaz bedende nerde erişemediğin yerler var oralar kaşınır, erişsende kaşıyamazsın. Yatarsın artık. Sabah olmaz bir türlü. Olduğunda ise kalkamazsın. Ama kınalar tutmuş mu, hangimizinki daha kırmızı, diye merakla uyanıp köyün pınarına yıkamaya gidersin. Suyun altında daha bir kırmızı görünür o kınalı eller.

"Hoşgörü" çok önemli bir kavram, benim için. Ben o zamanlarda öğrendim hoşgörüyü. Kimse kimseye sormazdı, oruçlumusun diye? Tutsanda, tutmasanda "herkes kendi bacağından asılır" denir, o kişi ile inancı başbaşa bırakılırdı. "Mahalle baskısı" diye bir kavramda yoktu. 

Aradan çok zamanlar geçti. Yıllar değişti, mevsimler değişti, ülkeler değişti, insanlar değişti, düşüncelerim değişti.. Dine olan bakış açım değişti. Ramazanlar eskilerde ve çocukluğumda kaldı artık. 

Din baskısı arttıkça hoşgörü azaldı. Saygısızlık azaldı. İnançlar ve değerler yozlaştı. Hadislerle devlet kürsülerinden açıklamalar yapıldı. "Cennet anaların ayakları altında" dendi. Ama ayaklar altına alınan analar oldu. Akla kara seçilemez oldu. Sadece ülkemizde değil, dünyada böyle, din ile insanları oyalayıp, politik amaca ulaşmak. Bu bizim gibi ülkelerde daha fazla. İnancımı yitirdim ben. Tek amacım insanlığımı, ahlakımı, sabrımı, saygımı, hoşgörümü korumak. 

20 Mayıs 2017 Cumartesi

Devrim mi? Darbe mi?

Endişeleniyorum. Çok hemde. Gelecek için endişelerim çok. "Yurt dışında yaşıyorsun,  neden endişeleniyorsun" deme. Çünkü, dar değil, geniş bakıyor ve düşünüyorum. Bu memleket, bu dünya hepimiz için. 

Son bir kaç gün, her şeyden uzak, hiç bir şeyden habersiz başka bir ülkede tatil iyiydi. Aslında dünyada olup bitenden bihabersen eğer, hayat hakkaten güzel. Ama gündemden uzak kopuk yaşamakta yavan bi taraftan. Hem korkuyorum, hem sarkıyorum durumu benimkisi. 

O bir kaç gün sonra, bir akşam Venedig tatilinden sonra eve geldiğimde, bir kanalda Atatürk'ün annesine ve manevi kızı hakkında birileri, (hakkaten tanımıyorum, ve daha önce görmedim tv-lerde, isimlerini o yüzden bilmiyorum, ha girer Google bakar öğrenirimde, hiç gerek duymuyorum açıkçası) kıçından gereksiz açıklamalar yapmış. O mevzu dönüyor tv  lerde. Hemde 19 Mayıs öncesi! Artık her şeyin bilinçli yapıldığı o kadar aleni ki; anlamamak için salak olmak lazım. Ardından hemen soruşturma açılmış, ikisi takipsizlik almış, diğer ikisi hakkında tutuklama kararı çıkmışmış!! Biri tutuklanmışmış, diğeri aranıyormuşmuş, hala! Yersen? O ikisinede hiiiç bir şey olmaz. Sadece günümüzün devlet adamlarına dil uzatma, hatta pohpohla yeter. Çok pardon, devlet adamları değil, devlet adamına diyecektim. Başkanlık sistemine, "söylemde" iki yıl sonra geçilecek oldsada, fiilen çoktaaaaan geçildi. Hatta referandumun bile çok öncesinden.

Neyse, sonra, Beşiktaş'ta 19 Mayıs kutlamaları valilik tarafından yasaklandığı haberi çıktı. 

Sonra, istanbulda kadın voleybol takımının kapatıldığı haberini duyduk. Hemde yine 19 Mayıs öncesi. Gençlik ve spor bayramı öncesi. Neymiş, tayt giydikleri içimmiş! Ama kabul etmiyorlar, bütçe yermiyor muş dendi. Yersen. Erkek takımı devam ediyor ama. 
Burada bir şey açıklamak istiyorum. Atatürkü severdim, sayardım. Ama fazlada abartmazdım. Güzel bir insanmış, o ilkelerinin devamını bizler günümüze uyarlayarak getirmeliyiz diye düşünürdüm. Hepsi bu. Ama bunlar benim Atatürkü daha çok anlamamı sağlayıp ve sonunda ona aşık ettiler. Çok teşekkür ederim. 

Bunlar hep böyle yapmadı mı yıllardır? Bütün milli bayramlarda mutlaka ama mutlaka bir bahane türetildi. Kimi hastalandı gözünden, kimi bilmem neresinden! Kimi yurt dışındaydı katılamadı, bazen şehitlerimiz var denerek iptal edildi, öte yandan düğünlerde boy gösterildi. Böyle böyle milli bayramların coşku fitili yavaşça söndürülmeye başlandı. 

Azar azar, yavaş yavaş, sinsi sinsi, ilmek ilmek işlediler bunu yıllardır. Zira, bugün yaptığı açıklamar bunu doğruluyor. "Anlı şanlı tarihimizi bize okutmadılar, garip garip şeylerle geçmişi olan bir tarih okuduk" diyor. Osmanlı'dan örnek veriyor herhalde. O garip garip şeylerde sanıyorum Osmanlı sonrası Atatürk devrimlerinden sözediyor. "Biz sessiz devrim yapıyoruz" diyor. Arkasındanda "darbe değil haaa, devrim yapıyoruz" diyor. 

Peki, Devrim ne? Darbe ne? 
Akşam bunu tartıştık evde.
- O dedi ki, "adam bildiğin devrim yapıyor" 

-Ben dedim ki, bu devrim değil, bildiğin darbe yapıyor. 

-Yeniden o dedi ki, adam kökten değişiklik yapıyor, ve bunu yıllardır, işleyerek yapıyor. 

-Ben dedim ki, ama biz yıllardır kendimize devrimciyiz dedik, farklı düşündük, şimdi kalkmış buna devrim yapıyor, yani bu bir devrimci mi diyeceğim? Hayır efendim, kabul etmiyorum, bunum adı devrim değil, darbedir,  dedim. 

-O; Konuyu saptırma, bizim anladığımız türden bir devrim değil, başka türlü devrim yapıyor, kavramlarda boğulmayalım, dedi. 

-Ben; Aksine, kavramlara ve kelimelerin gücüne inanırım. Hayır efendim, ben kabul etmiyorum, "devrim" kelimesi benim için çok şey ifade ediyor, devrim hem yaşam biçimi olarak, hem düşünce biçimi olarak yapılır. Darbe ise sadece yaşam biçimi olarak dikta edilir, o zaman, o da devrimci, bizde devrimciyiz öyle mi? dedim.

-O;  Tabiki öyle değil, ama bir şeyleri değiştiriyor, bu bizim anladığımız türden olmasada, öyle, dedi.

-Ben direttim; Hayır, bu bir darbe dedim.

Gülerek, tamam senin dediğin gibi olsun, dedi. Ben, benim dediğim gibi olsun demiyorum ki, tesbitim bu diyorum. Devrim ve Darbe kelimesi benim için apayrı.. 

Sana soruyorum okur! Ülkede yapılan devrim mi? Darbe mi?  


18 Mayıs 2017 Perşembe

Venedik anılarım #4 .. ve son

iste bi gün yine Buranadayim...
Dün akşam terasta otururken planlamıştık, bugün Murano ve Burano adalarına gideceğiz. Burano'nun çok renkli evlerini görmeyi ve fotoğraflamayı çok istiyorum. Akşamdan fotoğraf makinamın pilini şarja takıyorum, nolur nolmaz, orada birden bire şarjı biterse sinirden saçımı başımı yolmak istemiyorum.

Sabah rutinimiz hep aynı. En son ben uyanıyor, en erken ben hazır oluyorum. Hiç acelemiz yok bugün. Adalar yakın mesafede. Terasımızın hakkını vermek adına kahvaltı sonrası keyif kahvelerimizi içiyoruz. Meteoroloji yağmurlu göstersede yağmıyor. Yavaş yavaş hazırlanıp çıkıyoruz. Bu sefer boynuma dolayacağım bir şalımda var😀. Adalara giden vapotettoya biniyoruz. İlk gördüğümüz yer Venedik mezarlığı oluyor. Enterasan şehrin mezarlığıda enteresan oluyor tabi. Sular üzerine kurulu bir yaşam, yine sular üzerinde başka bir adada buluyor. 

Fotoğraf makinamı çıkarıp yakınından geçerken fotoğraflamak istiyorum. Denklanşöre basıyorum, tık yok. Açıp kapatıyorum. Yine bir şey olmuyor. Bir anda şarjın hala prizde takılı olduğu aklıma geliyor. Koca makine yanımda, ama pili evde. Olacak iş mi? İçim hafifden bir yanıyor. Kendime çok kızıyorum. Ama yapacak bir şey yok. Sinirlenmemeye çalışıyorum.
Çabucak atlatsamda şoku, ara ara "nasıl unutursun nasıl" diye kendimi hırpalıyorum. Neyseki akıllı telefonlarımız var, diyor bir nebze olsun rahatlıyorum,  ama aynı şey değil işte, deyip tekrardan bir sinir basıyor beni.

Kırk dakika sonra varıyoruz Burano'ya. Minicik şirin bir ada burası. Renkli evleri, ve danteli ile ünlü. Evler sadece renkli renkli değil. Çok renkli. Böyle sapsarı, mosmor, masmavi, pespembe yemyeşil kıpkırmızı gibi gibi. Pencereleri harika. Çiçekler uyumlu. En fazla iki katlı evler. Evlerin balkonunda, önünde veya sokakta çamaşırlar asılı. Bizde olduğu gibi donları ve sütyenleri görünmeyen yere asmıyorlar, her şey aleni açıkta. Sonuçta onlarda bir giysi neden saklayalım der gibi. Mantıklı. Tıpkı Venedik gibi orasıda, değil otomobil bisiklet bile yok. Niye olsunki zaten, ada öyle küçük ki, yarım saatte görmediğin yer kalmıyor. Bir tatil yeri değil, gidip görme ve dönme yeri. Ve birde fotoğraf çekme yeri🙄. Bir gün bile kalınmaz bana göre. Evleri neden renkli diye soracak olursanız; bu konuda çok söylemler var. Hele bir tanesi vardı bana çok komik geldi. Neymiş efendim, evin erkekleri sarhoş gelirmişte, evi bulamazmış, evi renginden tanırmış, hahaha. Hiç inandırıcı değil. Diğer bir söyleme göre, eskiden orada yaşayan 3-5 aile varmış. Sokak isimleri yokmuş. Posta ev renklerine göre gelirmiş. Bu benim aklıma daha çok yattı. Şimdilerde ise turist çekme yöntemi olabilir.

Oradan kartlar alıyorum yakınlarıma göndermek için. Bir kafeye oturup yine aperol spritz içiyor diğerleri. Cansu ve ben bira içmek istiyoruz. Güzel seçenek. Aperol spritzde bir yere kadar. Çocuk içeceği gibi renkli renkli ne o öyle:)  Orada kartları yazıyorum. Sonra ayrılıyoruz Burano'dan.

Muranoya geliyoruz. Burası daha büyük bir ada, ama daha ıssız. Cam'dan her türlü figürün yapıldığı yer. Kısa bir turdan sonra orayada veda ederek Venedik'e dönüyoruz. O akşam evde yemek yiyip terasta oturmak niyetimiz.

Biz dört Türkiyeli, bir İtalyan kökenli İsviçreli olarak yapıyoruz bu tatili. Dolayısı ile ev yapımı bir makarna türü bir şeyler istiyoruz. Ama domates soslu değil, kremalı falan istiyoruz. Hepimiz aynı fikirdeyiz. Bir yerden alışveriş yapıp eve geliyoruz. Yorulmuşuz, acıkmışız. İtalyan kökenli arkadaşımız Antonella yapıyor o akşam makarnayı. Hepimiz yardım ediyoruz. Hazırlama aşamasında beyaz şarapla başlıyoruz. Makarna suyunu kaynamak üzere ocağa koyup, kadehimizi alıp yine terasa çıkıyoruz. Teras hep güzel. Konuşmalarımız hiç bitmiyor. Su kaynamıştır diye aşağıya iniyorum. Ben kalkınca hepsi geliyor peşim sıra. Yemek hazır, o meyveli desenli muşamba örtülü masamıza oturuyoruz. O nasıl güzel bir makarna olmuş. İstisnasız üç tabak makarna yiyorum. Sanırım Ayça'da öyle. Kardeşim Serdar masayı kaldırıyor. Sonra biraz yürümek istiyoruz. Asıl amaç telefonlarımızın tanıdığı o kafe-barın yanından geçmek:) kısa süreli bir telefonlarımızı, maillerimizi  chek edip yola devam ediyoruz. Bir saat kadar yürüyoruz. Sonra yine ev. 

Yarın son gün. Yarın Venedik gettosu diye tabir edilen yahudi mahallesini gezmek istiyoruz. Herkes yatıyor. Kardeşim ve ben terasa çıkıyoruz. Biz ailece akşam yatmayı bilmeyiz sabahta kalkmayı! Ama orada erken yatmasakta erkenden kalkıyoruz. En son biz uyuyoruz. 

Son güne uyanıyoruz. Son günün rehaveti çöküyor üzerime. Salı günleri bir çok restoranın ve müzelerin kapalı olduğunu öğreniyoruz. Yahudi gettosunu dolaşıyoruz. İki dolaşıp bir oturuyoruz. Akşam için planımız hazır. İtalya'ya gelinirde pizza yenmez mi hiç? . Önce eve geliyoruz. Terasta en uzun o gün oturuyoruz. Hepimizin konuştuğu en az iki dil var, bazılarının üç, bazısının dört, ama ortak konuşabileceğimiz bir lisan eksik. Şöyle mesela, biz 5 kişiyiz ya, dördümüz Almanca konuşabiliyor, birimiz konuşamıyor, yada dördümüz İngilizce konuşabiliyor ama birimiz konuşamıyor, yada dördümüz Türkçe konuşuyor birimiz konuşamayor. Herkes birebir herkesle anlaşıyor ama toplu halde konuşulduğunda biri anlamıyor. O yüzden biri sürekli tercüme yapıyor. İşte yine terastayız, Almanca sohbet ediyoruz. Serdar simultane çeviri yapıyor Cansu'ya. Artık kulakları ne kadar tembelliğe alışmışsa, Ayça Türkçe birşeyler anlatırken, Serdar'a "translate please" diyor. Serdar'da e Türkçe konuşuyor ya deyince şarabı fazla kaçırdığımızı anlıyoruz. Pizza yemeye gidiyoruz. Pek bi özellik bulamıyorum daha önce İsviçre'de yediklerimle. Ama birlikte olmamız çok güzel. 

Eve geliyoruz, evdeki yamuk kapılara çok gülüyoruz her seferinde. Evler keza öyle yamuk. Yuvarlak bir nesne koyuyoruz, aşağıya doğru kayıyor. Binalar eğri, sokaklar eğri, kapılar, pencereler eğri. Eğri bir kent Venedik. "Eğri oturup, doğru konuşalım" değimi Venedik'te var mı bilmiyorum, ama olsaymış çok yakışırmış. 

Kikirdeşerek uykuya dalıyoruz. Sabah 7.15 de istanbuldan gelen arkadaşlarımızı yolcu ediyoruz Salute durağından. Bir kaç saat sonrada kardeşimi Almanyaya uğurluyoruz. Biz öğleden sonra veda edeceğiz Venedik'e. Vaktimiz bol. Hava masmavi. Ama içim biraz buruk. Güzel şeyler yapmak istiyorum. Rialto köprüsü altında kapuçino içiyoruz. Cansu'nun kayboluşu geliyor aklıma bu köprüde. Tadım pek yok. Boş boş büyük kanala bakıyorum. Kalkıp yürüyoruz. Artık geçtiğimiz sokakları tanır hale gelmişim. Venedik pazarına rastlıyoruz. Meyve ve sebze kokuları çok yoğun. Ben sadece tuz alıyorum. Sonra küçük bir butikte hep aradığım, hem güzel, hem ucuz şeyleri görüyorum. Sanki benim için dikilmiş, üzerine cuk oturuyor. Asıl amaç kendimi mutlu hissetme. Alıyorum üzerime yakışanı. Zaman öldürmek için bir meydanda son kez aperol spritz içiyoruz. Artık sadece sokaklar tanıdık gelmiyor, insanlarda tanıdık. Bizim gondolcu Fabio'ya rastlıyoruz. Sohbet muhabbet gırla gidiyor. Antonella ile İtalyanca konuştukları için nerdedeyse akraba gibiler. Gelin sizi son bir kez gondolla gezdireyim, para istemem diyecek gibi. Fakat bizde kabul etmeyecek gibiyiz. O modda değiliz. Bir kaç gündür birlikte yiyip içtiğimiz, çok gülüp çok eğlendiğimiz arkadaşlarımız birer ikişer ayrılmış, bizde birazdan trenimize binip gideceğiz. Güzel bir şeyin sonuna varmanın burukluğu bu. Ama yinede şükürler olsun herşeye. 

Ha, en son o terasta konuşurken bundan sonraki tatilimizin adını koyarak ayrıldık. Belki bir yıl sonra, belki daha sonra. Kapadokya olacak. 

Devamı gelmeyecek, Bitti ✅ 😀

Kardesim ve o şalım;)
Burano sokaklari.
Burano iste..

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Venedik anılarım #3

En son terasta kahvelerimizi içerken Venedik'te gezi rotamızı belirliyorduk. 

Bizimle gezmek ister misiniz? O zaman buyrun😀

O dünkü yağmur yok bugün. Fakat güneşte yok. Hafif bir serinlik var. Bavulumda sandığım şalımı bulamıyorum. Ben hariç, herkes iki dirhem bir çekirdek, çıkıyoruz. Bize en yakın yer olan Piazza San Marco- San Marco meydanına giderken yine bizim görkemli Santa Maria della Salute kilisenin yanından geçiyoruz. Arkadaşımız Antonella bize rehberlik yapıyor.
Bu kilisenin yapılış hikayesini anlatıyor. "Pest" diye bir salgın hastalık baş göstermiş, 1600 yıllarında. Yüzbinlerce Venedikli bu salgından ölmüş. Bu hastalık durursa Meryem'in anısına bir kilise yapacaklarına söz vermişler. Mucizevi şekilde hastalık gerilemiş. Ve Venedikliler söz verdikleri üzere bu kiliseyi inşa etmişler. Dışı çok güzel, içi çok sade bir kilise burası.

Pest hastalığının Türkçesi cüzzam mıydı, lepra mıydı diye birbirimize soruyoruz. "Veba" bir türlü aklımıza gelmiyor.

Canal Grande-Büyük kanalı geçmek için tahta bir köprünün üzerinden geçiyoruz. Birbirine benzeyen dar sokaklar, ve minik köprüleri geçerken nereye fotoğraf makinemi tutsam bir güzellik görüyorum. Masal gibi. Gelinler görüyoruz sokaklarda, tarihi binalarda fotoğraf çektiriyorlar. Orada evlenmek çok romantik olsa gerek. Venedik öyle bir yerki, istersen asker arkadaşınla gel, ister kocanla, ister sevgilinle, ister kız arkadaşlarınla. Venedik hep aynı, hep güzel. Sen ne anlam yüklüyorsun, önemli olan o. Biz dört kadın bir erkek dolaşıyoruz. Ve çok mutluyuz. Aynı kafadanız..

San Marco meydanına geliyoruz. Küçücük kaldığımı hissediyorum devasa, tarihi yapıların arasında. Dört yanımız tarihi eser. Tam karşıda San Marco kilisesi, yanında saat kulesi, yanlarda ve arkada dükler sarayı. Herkesin kafası yukarda, nereye bakacağını bilemiyor. Güvercinler insanların arasında. Martılar tepede uçuşuyor. Etrafta hafiften yükselen hepimizin aşina olduğu klasik müzikler. Medeniyet bu olsa gerek diyorum arkadaşıma. Venedik'in en çok turist akınına uğrayan yerlerinden biri. Sezon dışında gittiğimiz için insanları ittirmeden yürüyebiliyoruz.. Şehri keşfe çıktığımız için sadece dışardan bakıyoruz heryere.

Arkadaşım Venedik'i bir balığa benzetiyor. Biz balığın kuyruk kısmında kalıyoruz. Başı ise geldiğimiz Santa Lucia tren istasyonu. Kılçığı, şehri ikiye bölen büyük kanal. San Marco meydanı kuyruğun biraz üzerinde. Biz şimdi balığın gövdesine doğru yürüyoruz. San Marco nun arkasına dolandığımızda "Ponte de Sospiri" denilen "ahlar köprüsü", iç çekme köprüsüde deniyor, orayı görmek istiyoruz. Ben orayı normal bir köprü sanıyorum. Zindandan ölüme giden mahkumlar açık bir köprüden Venedik'e baktıklarını sanıyordum. Öyle değil, kapalı, küçük pencereleri olan bir köprü burası. Onlar ölüme giderken bizim olduğumuz yere bakıp iç çekiyorlarmış, bugün biz onların geçtiği köprüye bakarak fotoğraf çekiyoruz. Buruk hissediyorum kendimi orada. Çok kalmıyor, ayrılıyoruz oradan.

Balığın gövdesine doğru bağırsaklarından ilerliyoruz. Küçük kanalları ve köprüleri aşarak küçük bir meydana geliyoruz. Soluklanmak için bir kafeye oturuyor, birer aperol spritz ve wi-fi şifresi istiyoruz. Tam karşımızda yerde bir şal duruyor. Biri düşürmüş. Şal arıyordum sabah, bak karşıma çıktı diyorum. Bir süre bekliyoruz. Kimse almıyor. Arkadaşım Antonella kalkıyor yerinden, şalı bir kenara koyuyor. Kaybeden gelirse görüp alsın diye.  Bir saati aşkın bir süre oturuyoruz orada. Gelen giden olmuyor. O şalı ben sahipleniyorum. Yakışıyorda. Teşekkür ediyorum sahibine, ve içimdem şöyle bir dilek diliyorum, "hayat sanada ihtiyacın olan bir şeyi çıkarsın karşına".  Umarım çıkarda. Venedik hatıram o şalımı çok seviyorum.

Sonra yürüyerek balığın midesi olan ünlü Rialto köprüsüne geliyoruz. Burasıda turistlerin uğrak yeri. Büyük kanalın ilk köprüsü olma özelliğini taşıyor. Ben çok özel bulamıyorum. Sadece görmüş olmak amaçlı, ha burasımıymış diyorum. Kalabalıkta her birimiz bir yana dağılıyoruz. Kimi köprünün ayağında, kimi üzerinde. Birbirimizi uzaktan görebiliyoruz. Ama birimiz yok. Kısa süreli bir panikten sonra herkes bir yana dağılıyor. Kaybolan bulunuyor, aramaya giden kayboluyor bu sefer. İyiki cep telefonları var. Telefonlaşarak tam köprü üstünde buluşuyoruz. Rialto köprüsünün adı artık değişiyor bizim için. Bundan böyle Cansu köprüsü koyuyoruz adına.

Yine ayrılıyoruz oradan. Kalabalık yerlerden çok, sakin sokaklarda kaybolmayı seviyoruz. Venedik sokaklarında kaybolmak çok güzel. Arasan bulamazsın çünkü. Ve aynı sokağı bir daha bulabilmekte biraz zor,
eğer o şehrin aplikasyonunu indirmemişsen. Ben indirmemiştim zaten, ama çok zorda kaldığımızda bu aplikasyonu kullanan arkadaşlar buluyordu zaten yolu.

Yürürken küçük kanallardan birinde bir Gondolcuya rastlıyoruz. Bir kez gondola binmeyi düşünüyoruz ama hemen olmak zorunda değil. Godolcumuz çok sevimli. Arkadaşımız Antonella pazarlık yapıyor. Gece 100, gündüz 80 Euro. Tur 45 dakika sürüyor. 5 kişi bu ücreti böldüğümüz için normal geliyor. Kişi başı 15 Euro. Madem gondol şehri Venedik'teyiz, olmazsa olmaz. Teker teker biniyoruz, kırmızı,sarı kadife koltuklu siyah, ince, uzun ve sessiz gondola. Lacivert beyaz çizgili tüm gondolcular. Bazıları kırmızı beyaz. Bunun bi özelliği var mı diye sormasını istiyoruz Antonella'ya. Soruyor. Bütün gondolcular aynı giyinsin diye bir kural varmış. Herhangi bir hikayesi yada efsanesi yokmuş. Sadece çok önceleri Venedik'i tam ortasından bölen büyük kanalın sağında kalanlar kırmızı beyaz, solunda kalanlar lacivert beyaz çizgili giyerlermiş. Artık bununda önemi yokmuş günümüzde. Ama ben daha çok lacivert beyaz çizgili gördüm. Yoksa siyah beyaz mıydı?

Gondolcumuz bir süre sonra bize şarkı söylemeye başlıyor. "Ooosolomio" diyerek. Biz zevkten dört köşe oluyoruz. Kimimiz kendini först lady falan sanıyor:). Gerçi först ladymizden fazlası var, eksiği yok o başka. İşte biz först lady edasında ilerlerken, bizim arkamızda kürek sallayan gondolcumuz, şarkı söylerken, son anda bir köşeye toslamaya ramak kala hem şarkısını devam ettirip hem küreğini hızlı hızlı çektiğini daha sonra kardeşimin kaydettiği videoda görüyoruz. Gülüşmelerimiz Venedik'in en yüksek yapılarından daha yüksek. İzledikçe başka detay yakalıyor, ve gülme krizlerine giriyoruz.  O 45 dakika bize 20 dakika gibi geldi. Saate hiç birimiz bakmadık, ya çok güzeldi bize kısa geldi, yada kandırıldık. İlk seçenek daha yakın geliyor bana. Venedik'te o gondol turu bir kezde olsa yapılmalı. Mutlu bir şekilde ayrılıyoruz gondolcumuz Fabio ile tek tek tokalaşarak.

O gün Venedik'in altından girip üstünden çıkıyoruz. Akşam saatlerinde eve geldiğimizde sağ dizim gibi bulutlarda çok dramatik görünüyor. Koyu mavi hatta siyaha yakın nerdeyse. Sanki yağamıyor hava. Sigara içmek için balkona çıkan Antonella birden terasa koşuyor, bizede hemen terasa gelin diyerek. Hep birlikte terasa koşuyoruz. Muhteşem bir görüntü var. Gökyüzünde kara bulutlar, güneşin battığı yerde bulut yok ve güneş ışını bizim çatıdan gördüğümüz Salute kilisesinin gubbesine vuruyor. Diğer heryer kapkara. O harika görüntüyü beynimin bir köşesine kaydediyorum. Birde fotoğraflara. Güneşi batırıyoruz orada.

Sonra biz yine yakınımızda olan o kafe-bara gidip, hem bir şeyler yiyoruz, hem bir şeyler içiyoruz, çokça gülüyoruz gün aşırı yaşadıklarımıza. Ve tekrar güzel evimize geliyoruz. Antonella yatağında kitap okumaya gidiyor, biz ise artık Türkçe konuşmanın ve kikirdeşmenin dibindeyiz. Gece yarısını çoktan aşmışız. Fakat yine uyumalıyız. Çünkü yarın Murano ve Burano adalarına gideceğiz. Uyuyoruz..

Devamı gelecek.. 




Piazza San Manco 

Bildunterschrift hinzufügen

Ponte de Sospiri, Ahlar Koprüsü 

Gondolla ara Kanallar

Rialto Köprüsü, Cansu Köprüsüde dieyebiliriz:)

Gondol Sefasi

14 Mayıs 2017 Pazar

Venedik anıları #2

Su karsida görünen Santa Maria Della Salute Kilisesinin oralardaki evimize gidisimiz..
Maceralı bir tren yolculuğunun ardından Venedik'e gelmiştik hani, ben Santa Lucia istasyonundaki merdivenlere oturup bir sigara tüttürmüştüm Venedik'e karşı. Sıkı dur Venedik biz geliyoruz demiştim.

Sonunda geliyoruz bu güzel ve özel kente. Özelliği şu; kara trafiği yok, trafik lambası yok, korna sesi yok, stres yok. Yol yerine kanal var, otomobil yerine deniz taşıtı daha doğrusu kanal taşıtları var. Polisi, itfaiyesi, ambulansı, taksisi, çöpçüsü, nakliyesi keza öyle sularda. Güzelliği ise; tarihi dokusu, daracık sokakları, köprüleri, renkli evleri, pencereleri, pencere önündeki tek başına duran sardunyalar yada küpe çiçekleri.  Eski ve dökük olmaları yaşanmışlığın göstergesi benim için. Her yıl 1-3 mm yükselen su, ve günün birinde tamamen sular altında kalacak bir şehir için restore yapmaya değmediğini düşünüyor olabilirler, bilemiyorum? Gerçi 70-80 yıl sonra böyle bir şey öngörülüyor. Neyse.. gelelim yaşadıklarımıza.

Bizdeki dolmuşlar gibi vaporettolar var, büyük kanalın bir başından diğer ucuna giden ve her iki dakikada bir durakta duruyor.  Daha kârlı olduğu için 40 Euro verip 3 günlük Turist travel card alıyoruz.  Lido istikametine giden 1 numaralı vaporettoya binip,
Salute Duragi..
Salute durağında iniyoruz. Yolculuğumuz nerdeyse 45 dakika sürüyor, yayan gitsek 25-30 dakika:) hem küçük bavulları takır takır sürümek istemiyoruz,  hemde nerede olduğunu bilmediğimiz için ve bizi evin sahibi Salute durağında beklediği için vapurettoya biniyoruz. Fakat çok güzel bir durak. Tam durağın karşısında ünlü Santa Maria della Salute bazilikası tüm ihtişamı ile karışılıyor bizi. Bize evi kiralayan kız bıcır bıcır. Bizi hemen tanıyor. Salak gibi sağa sola baktığımız için olabilir. Yada iki bavullu sadece biz olduğumuz içinde olabilir. İki dakika sonra kalacağımız eve varıyoruz. Anam oda ne? Eve bayılıyorum. Kocaman, yüksek tavanlı, büyük odalar, yamuk kapılar, fakat kapıları kapatınca tam oturuyor, kocaman mutfak, balkonuda var, üstelik evin çatısındaki terasta ev gibi sadece bize ait. Tek kusur evde internetin olmayışı. Oda olmayıversin deyip, evi teslim alıp, eşyalarımızı yerleştirip, etrafı tanımak için dışarıya çıkııyoruz. Küçük şirin bir sokakta bar var. Arkadaşım bana Venedik içeceği olan Aperol Spritz ısmarlıyor. Turuncu renkli, buzlu, hafif bir içki. Tadını çok seviyorum. İkinciyi daha sonra içelim deyip, yakındaki bir marketten alışveriş yapıyoruz. Sabah için kahvaltılık, Terasta içmek üzere şaraplar alıyoruz. Hafiften yağmur çiselemeye başlıyor. Bizden sonra ilk kardeşim ulaşıyor havaalanından tren garına. Telefonla ona hangi vapurettoya bineceğini, nerde ineceğini anlatıyorum. Yağmur iyice şiddetini artırıyor. Onu karşılamak için Salute durağına gidiyoruz. Bir şemsiye yetmiyor, Salute kilisenin kapısında beklemeye başlıyoruz. Venedik'te hiç bir yapının saçağı olmadığının o yağmurda farkına varıyorum. Kardeşimi ilk arkadaşım görüyor, ve el sallıyoruz uzaktan. Biz yağmurdan ilerleyemiyoruz, o bize doğru koşuyor. Kucaklaşıyoruz. Yağmur dinecek gibi değil, eve koşuyoruz bu sefer. Evi tanıtıp yine o bara gidiyoruz. Yine bir aperol spritz alıyoruz. Bu sefer istanbuldan gelecek olan arkadaşlarımız ulaşıyor tren garına. Bologna'dan geliyorlar. Onlarada aynı güzergahı ve durağı söylüyorum. Yağmur çok şiddetli yağıyor. Bir Şemsiyenin altına sığamadığımız için ben yalnız gidiyorum arkadaşlarımı karşılamaya. Ve nihayet onlarda ulaşıyor Salute durağına. Sıkı sıkı sarılıyoruz birbirimize. Yağmur dinecek gibi değil. Havanında götü delindi bugün diyorum, gülüşüyoruz. Koşarak iki dakikada eve götürüyorum. Yolda giderken, "kızlar ev çok kötü" diyorum. Ne kadar kötü olabilir ki, zaten sadece yatmak için kullanacağız diyorlar. Eve girdiğimizde ağızları açık kalıyor. Onlarda çok beğeniyor. Sonra terasa çıkarıyorum onları, bayılıyorlar. Hemen sonra o bir sokak ötedeki barda bizi bekleyen diğerlerinin yanına gidiyoruz. Artık tamamız. Onlarada bir aperol spritz ısmarlıyoruz. Birde hafif atıştırmalık. Çünkü gece saat 21.30 olmuş. Gece yarısına kadar sohbet, muhabbet orada oturuyoruz. Ha birde orada internet bağlantımız var, yakınlarımıza haber verebiliyoruz. Burada şunu anladım, biz internete değil internet bize girmiş meğer. Evde internet olmadığı için hiç kimsenin elinde telefon yoktu. İyide oldu. Fakat internetsizde olmuyor günümüzde. Çünkü kiminin ödemelerinin son günü, kiminin uçuş chek-ini, kiminin uçuşu ertelenmiş ve maille haber verilmiş, internet olmadığı için haberdar olamamış.. İnternetin artık bir ihtiyaç olduğu kesin. Ne zaman o barın önünden geçsek, telefonlarımız zırt zırt ötüyordu;) bazende bilinçli olarak gidiyorduk o güzergahtan:)

Yağmur hiç dinmedi ilk gün. Evimize geldik, bir şarap açtık. Mutluyduk. Sohbet güzeldi.  Çok güldük. Ertesi gün erken kalkıp, çok yürüyerek şehri keşfedecektik. Zinde olmalıydık. Uyuduk.

Gerine gerine uyandığımda nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum. Oda arkadaşım duşa gitmiş, bende kızların odasına dalıyorum. Onlarda çoktan uyanmış yatakta konuşuyorlar. Ayça'nın yorganın altına  giriyorum. Kikirdeşiyoruz. Venedik'te bir evdeyiz. Rüya gibi.. 

Simit yazımı okumuşlar, artık nasıl etkilenmişlerse bavullarından kimi Hendek simidi çıkarıyor, kimi İstanbul simidi. Fırında onları ısıtıyoruz, çıtır çıtır oluyorlar, zeytin, peynir zaten vardı bende, birde alışveriş yapmıştık, yumurta falanda var. Kaşık çatal sesleri bizim sesimize karışıyor. Birde radyoda İtalyan müzikleri. Günlük rotamızı belirlemek üzere kahvelerimizi alıp terasa çıkıyoruz. Terasımız öyle güzel ki; akşama kadar otur, sabaha kadar otur hiç sıkılmıyoruz. Kızıl, kahverengi kiremit çatılar, çatının üstünden görkemli cüssesi ile bize bakan Santa Maria della Salute kilisesinin güneşi, çiçekli teraslar, kendini kedi sanan martılar.. 

Rotamız belirliyoruz.  Markusplatz, San Marco meydanı, Ahlar köprüsü, Rialto köprüsü, ve labirent gibi daracık sokaklarda hedefsizce yürümeyi ve kaybolmayı hedefliyoruz.. 

Devamı gelecek.. 











12 Mayıs 2017 Cuma

Venedik öncesi.. #1

Neredeyse bir yılı aşkın bir zamandır planladığımız Venedik gezisi nihayet geldi çattı. Küçük bir bavul hazırlıyorum akşamdan. Sabah 6.30 da Perşembe kadınlarından Antonella telefonla kaldırıyor beni yatağımdan. Sabah serin. Hatta baya soğuk. Şalımı arıyorum bulamıyorum. Bavuldadır herhalde diyerek zaman kaybetmek istemiyorum. O sabah 8.15 treniyle yapacağız bu yolculuğu. Yanıma zeytin, peynir, kraker, su ve şarap alıyorum. Birde sipariş ettiğim simitleri. Sıcacıklar, çıtır çıtırlar. Sözleştiğimiz gibi 15 dakika öncesinde Bern istasyonunda buluşuluyoruz. Her yere ve her şeye hep son dakika yetiştiğim için bu sefer şaşırıyor Antonella. Bir kahve içimi zamanımız var. 6,5 saatlik bir tren yolculuğu yapacağız. Peronda bizi bekleyen trenimize biniyoruz. Karlı Alpler ve göllerin yanından süzülerek ilerliyoruz rayların üzerinde. Bir saatlik yolculuktan sonra Brig'te tek aktarma yapacacağımız küçük istasyona yanaşıyor trenimiz. Çantalarımızı, yolluklarımızı, küçük bavulumuzu ve fotoğraf makinemi toplarken, zeytinleri koyduğum kutudan sızan yağın lekesini görüyorum koltukta. Son durak olduğu için kimse kalmıyor trende. En son ben iniyorum üzülerek.  O yağlı koltuğa oturacak olan basacak küfürü haklı olarak. Lakin hayatımda hiç görmeyeceğim bir kişi olacağından, görsemde tanımayacağımdan oralı olmuyorum. Oturduğu yere dikkat etsin oda, koyu bir leke var sonuçta. 
Diğer tren 15 dakika sonra gelecek. Bir sigara içiyoruz orada. Sonra diğer perona geçmek isterken bavulumu aradığımda trende unuttuğumu farkediyorum. Allah'ın sopası yok tabi. Bazen Allah'ın sopası olmuyor ama bazende çok sabırlı olabiliyor. Bana yine bu sabırlı yönü denk geliyor. Tren hala  bekliyor orada. Bir hışımla tekrar trene koşup bavulumu alıyorum. Dakika bir gol bir. Daha Venedik'e varmadan başlıyor benim şu meşhur kaybetme ve bulma hikayelerim. 
İkinci trene binmeden bir tuvalete gitmek istiyorum. Herhangi bir ihtiyacım yok, sadece her yolculuk öncesi bir gidilir ya hani, işte ondan, çantalarımı arkadaşıma bırakıp bi koşu umumi WC ye yöneliyorum. Fakat kapı açılmıyor. 1 Fr. atmak gerekiyor. Bozuk para var mı diye ceplerimi karıştırıyorum. 1 Fr. yok. 20 fr. Kağıt para var, ama işime yaramıyor. O anda üniformalı bir kadın çıkıyor içerden, açık kapıyı görünce dalıyorum içeriye. Kapı tam kapanmadan aynı kadın bana yöneliyor, aha, para atmadan içeri girdiğim içim beni azarlayacak diye ezik ezik suratına bakarken, şu para sizden düştü diyerek 20 frankı tutuşturuyor elime. Teşekkür ederken bir gülümseme yerleşiyor yüzüme. Döndüğümde arkadaşıma anlatıyorum olanları, kafasını sallıyor sadece, sendeki bu şansa artık şaşırmıyorum diyor. 

Artık 5 saatlik Venedik yolculuğumuzu yapacağımız cam kenarında, masalı ve rezervasyonlu trenimize biniyoruz. Fakat bizim yerimizde bir Fransız çift oturuyor. Öyle tatlılarki, birde tatilimizin başlangıcı olduğu için anlayışla karşılıyoruz herşeyi. Milano'da ineceklerini söylüyorlar. Tamam, iki saat sabredebiliriz. Yanlarına oturuyoruz. İki saat cam kenarı olmayıversin. Arkadaşım, Almanca, Fransızca, İtalyanca, ve  İngilizceyi ana dili gibi konuştuğu için insanlarla diyaloğu kolay oluyor. Onlarla konuşa konuşa ne zaman Milano'ya geldiğimizi anlayamıyorum. Onlar iniyor, bizde asıl yerimize geçiyoruz. Milano garı çok eski ama güzel. Simitlerimiz hala taze. Onları yiyoruz. Şarap istemiyor canımız. Sonra biraz şekerleme yapıyoruz. Venedik'e sadece 15 dakika var. Biraz heyecanlanıyorum. Çünkü gün daha çok güzel şeylere gebe. Olay sadece Venedik değilki, bir kaç saat arayla Almanya'dan kardeşim, İstanbuldan arkadaşlarım gelecek daha. Yolumuzun sonuna gelirken güzel bir güzergahtan çok sulu bir kente giriş yapıyoruz. Sağımız solumuz su. Sanki suların üzerinde raylar var. Uzaktan Venedik'i görüyorum. Son durak Venedik, Santa Lucia garına yanaşıyor trenimiz. Yine herkes iniyor. Sonrada biz. Arkamızdan biri sesleniyor "bu sizin mi" diyerek fotoğraf makinemin bulunduğu çantayı gösteriyor. Ben nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, arkadaşım ise bana artık ne söyleyeceğini bilemiyor. "Bana hep kayıp hikayelerini anlatırdın, gözümle gördüm, bu kadarına pes artık" diyor. Ben sadece gülümsüyor ve şükrediyorum bu duruma. Tren garından çıkıp merdivenlere oturup bir sigara yakıyorum Venedik'e karşı. Sıkı dur Venedik biz geliyoruz.. 

Arkası yarın.. 


6 Mayıs 2017 Cumartesi

Mudurnuca Rüya Gördüm..

Sanki yarın Venedik'e gidecek olan biz değiliz. Diğerlerini bilmem ama, en azından ben öyleyim. Küçük bir çanta hazırladım, fotoğraf makinamda hazır, birazda yolluk hazırladım, yolluk dediysem dolmalar, sarmalar, börekler yapmadım. Peynir, kraker, küçük boy şarap falan. Trenle gidiyoruz çünkü. Perşembe kadınları olarak biz buradan, İstanbul şubesinden Ayça ve Cansu, birde Almanya'dan Serdar gelecek. Almanya şubesinden Serpili temsilen:) 

Bir yıldır planladığımız bu geziyi 6 ay önce rezervasyonunu yaptık. Önceden rezervasyon yapmanın avantajı çok büyük. Çünkü o zaman mecburen gidiyorsun. Öyle oldu benimkisi. Bundan sonra hep böyle yapacağım. 

Bir kaç gündür güzel rüyalar görüyorum. Güzel dediğim şu, unutmuyorum, net görüyorum herşeyi. Rüya yorumlarına takılmam. Çünkü benim rüyalarımın yorumu yok. Daha doğrusu bana işlemiyor o yorumlar. Öyle bir kabiliyetimde yok. 

Eğlenceliydi benim rüyam. O yüzden yazmak istiyorum. Ha birde abim bugün bana whatsapp tan şöyle bir soru sordu; bizim oralarda (Mudurnuda) ahır kokusuna ne denirdi? Benim mudurnucama güvenir:) 
Şöyle bir düşündüm, "sanra" denirdi, dedim. Ama n ile g yi birleştirip söyleyeceksin, yani genizden gelen ng. Sangra. Yazıldığı gibi okunmayan. İlginç, dedi abim, 
hiç bir çağrışım yapmıyor bende, sanki ilk kez duyar gibiyim, diye ekledi. Ninem ineklerin yanından dönünce "üstüm başım sangra koktu" derdi dedim. 
Sonra eşi Nuray yazdı, Google Mudurnuca yazınca seni adres gösteriyor dedi:) 
Dün akşam gördüğüm rüyamı hatırladım hemen. Bizim köyde geçiyordu konu yine. Mudurnuca atasözleri, değimler havada uçuşuyordu. Unutmadan yazayım istedim. 

Zehraabayı biliyorsunuz. Mudurnunulu bir kadın. (ninem olur)İ şte yine böyle bir bahar zamanıymış, çimenler taze yeşil renginde, papatyaların ucu morumsu, açtı açacak. Birlikte Akınbeline (bir tarla adı) yürüyoruz. Yaylaların eriyen karı derelerden gürül gürül akıyor. Dere sesinden bazen duyamıyorum söylediklerini. O kadar çağlıyor yani derenin akar suyu. Kulaklarımı iyice Zehraabaya kabarttım. Anlattıklarını atasözleri ile süsleyince dinlemeye doyum olmuyordu. Ve yine sinirliydi. 

"Elinden iş gemez, götünden çiş gemez" insen bu gada beceriksiz olu mu gızım gı? dedi. Kimden söz ettiğini soramadan, kendisi hemen söyleyiverdi. "Bizim, hıra gelin", dedi. "Elinden bi iş gemediği gibi dilide kürek gibi.  Önüme halı yazıp duru, arkamdandan guyumu gazıp duru.. Ben gömeyo muyun? Görüp durun. Emme ses etmeyon. Eh, unlada bi gün gayınna olacak. Ömrüm yetede görürsem ne ala. İki gızı, iki oğlu va. Sandığını açanda olur, ağzına sıçanda.. Benim gızım omadığı üçün, sandığımı açan olmadı. Bi günden bi güne, seninde bi derdin var mı,  seninde bi şeye ihtiyacın var mı deye soran omaz. Evde gara erik buruşu gibi sorudur, gezmeye gelince gabak çiçeği gibi açılır, sekiz günde dokuz kapıyı dolanır. Emme her şeyin farkındayın ben "çoban güttüğü goyunun huyunu bilirmiş" derlerdi atalamız, ben böne güdülmeyi hakediyorsam, banada müstehak. Maymın deye gettik başımıza, sırıtmadan gidibatı. Bi işe yara yara sandık, nerasın? Emne biz bunu hep yapıyoz, al biride bizim erduvan," dedi. Ağzımıza sıçıp duru. Yine her zamanki gibi sonunu Erduvana bağladı ya. Hiç ses etmedim. Güya bir bahar sabahı yürüyorduk. 

Yüzüme bir el çarpınca uyandım. Tekrar uyusamda rüyanın devamını göremedim. 
Kimbilir daha neler anlatacaktı? Belki yine görürüm.. Görürsem yine yazarım. 

İşte böyle, Venedik anılarımla tekrar dönerim elbet..

1 Mayıs 2017 Pazartesi

1 Mayıs, Fitnes, Aşk, Sertap Erener, AİHM

Yazma konusunda bir isteksizlik var bloglarda. İsteksizlik değilde motivasyon düşüklüğü desem daha yerinde olur herhalde. Yalnız değilmişim o zaman dedim. Fakat yazmaya yazmaya hiç yazamaz oluyorsun. Zorla bir şey olmaz, biliyorum ama zorlamadanda hiç bir şey olmuyor. Zorla sevgi olmaz. Zorla güzellik olmaz. Ama emek anlamında, hedefe ulaşma anlamında, zorlamadan olmuyor. En basit örneği, mesela fitnese gidiyorsun, terlemeden, kaslar yanmadan bir şey olmuyor. Bu anlamda söylüyorum. Bu arada fitnes konusundada çok pasifim. Kısa kısa her telden yazacağım şimdi.

**************
Fitnes ve ben.. 

Geçen salıydı. Mrs Sporty adında bir fitnes zincirinin standına yakalandım. Kendimi biliyorum, Fitnese yazılıp, gitmediğimi bildiğimden sadece, kabalık etmeyim, ayıp olmasın diye dinledim kadını. He he, dedim hep içimdem, külahıma anlat. Sonra ben başladım anlatmaya, dedim fitnes bana göre değil, deli gibi o aletlerde uğraşmak bana zevk vermiyor, üstelik saat hiç geçmiyor. Ben müzik seviyorum, dans seviyorum, zumba falan yapabilirim, bak o zevkli olur, fakat çok pahalı bulduğum için gitmedim, dedim. Sonuçta YouTubedan evde aynı hareketleri yapabilirim. Ama işte tembellik diz boyu.
Neyse uzatmayım, kadın bütün bu sorunları bildiği için dedi ki, işte bizde hepsi bir arada. Müzik var, yarım saat, haftada sadece üç kez yeterli, tabiki hergün açığız, ve senin hedefin ne ise bireysel çalışılıyor, beslenme konusunda yardımcılarımız var, biz şöyleyiz, biz böyleyiz diyerek kandırdı beni, aldatıldım,😀 demeyeceğim tabiki. Deneme amaçlı gelmek isterim, dedim. Cuma için randevu yaptık. Saatinde gittim. Yarım saat konuştuk, yarım saat uygulamalı antrenman yaptım. Evet, sevdim. Çok temiz, sadece kadınların geldiği pembe ağırlıklı bir salon. İşte bedeninde nerelerin incelesin, nerelerin toplansın, neler istiyorsun not alıp, sana bir kart hazırlıyorlar. O kartı yakana takıyorsun, ve akıllı kocaman ekranlar var. Ekran senin yakandaki kartı tanıyor ve hedefine göre ekran kenarında duran araçları seçmeni istiyor. Bunlar, top, dambıl, lastik, vs. Ekranın yarısında kendini görürüyorsun, diğer yarısında nasıl yapman gerektiğini. Kısa bir süre sonra, ekranı değiştir diye anons geliyor. Böyle değiştire değiştire sıkılmadan akıp gidiyor süre. Yapabilirim aslında. Birde çok yakınımda. Gelelim zurnanın zart dediği yere. Aylık 108 fr. Orada bir çüş yani dedim içimden. Bizim gençler gidiyor fitnese. Aylık 38 fr. 108 ne ya? Ben o aletleri alsam evde zaten kendim yaparım. Ama biz insanlar bunu yapmıyoruz. İlla bir yere para vercez ve mecbur olduğumuzu hissedeceğiz. Fakat ben o zamanda gitmiyorum yani bireysel disiplinliliğim yok, sorun burda..yoksa bedenim zorlamaz beni. Ben ne dersem uyar bana. Sorun bende anam:)

************
Sertap Erener Konseri..

"Belki şehre bir film gelir" der ya Sezen Aksu "gülümse" şarkısında. Öyle bir şey işte İsviçre'de hayat. Yani Türkçe bir etkinlikten söz ediyorum. Yoksa etkinlik anlamında gazetelerde sayfalarca etkinlik tanıtımı var. İlgimi çekmiyor. Çekse iyiydide, o kültür çok işlememiş demekki. Hani hep böyle Türkiye'den bir rüzgar esse, bir film gelse, bir konser olsa, bir tiyatro gelse oluyorum İsviçre'de. Almanya öyle mi? İlk film oraya gelir, ilk konserler orada verilir. Almanya bu konuda çok daha sosyal. İsviçre'de daha azdır. Eskiden tek tükte olsa bir film gelirdi. Şimdi artık oda yok. İnternetten korsan izlemek benim suçum mu şimdi? 


Bu hafta sonu Sertap Erener'in konseri vardı Zürich'te. Zaten gelirse Zürich'e gelir böyle şeyler. Sanki bok var Zürih'te😀 hiç sevmem. Bir bilmişler Zürich, bide Cenevre! Neyse! Bern diye bir başkent var burda, ama kimin umrunda? Bern saklı bir kent, buldun buldun, bulamadın şansına küs. Öyle yani. Neyse, geçen yıl Sezen Aksu gelmişti, bilenler bilir hüsranimi, ondan önceki Sunay Akin
, çok daha öncede tesadüfen bir restoranda Banu Alkan ile karşılaşmımami. İsviçre göt kadar olduğu için böyle şeylerle karşılaşmak doğal olabiliyor. İşte dün Sertap Erener konserindeydik. Ön sıradaydık yine. Ufacık tefecik o bedenden o müthiş ses. Sezen Aksu gibi çok konuşmuyor aralarda. Az ve öz konuşuyor. Zaten o şarkı söylemeli. Müthiş bir sesi var. İlk sırada oturmakla görüntü anlamında iyi etmişizde, ses anlamında kulak zarımızın patlamaması mucizeydi. Güzel bir konserdi. Konser sonrası biz ilk sırada oturan "protokol" denen şeyin önceliğini yaşayarak kulise gidip fotoğraf çektirebilirdik. Artık tövbeliyim bu konuda. Sezen Aksu ile olanı anımı okuduysanız, beni anlarsınız. Artık hiç bir sanatçı ile tanışma gibi bir işe girmeyeceğim. Onlar uzaktan güzel. Tanımam gerekmiyor.. 

************
Ben aşık oldum.. 


Evet, sona bıraktım bu konuyu. Benim gizli bir sevgilim var. Pazar günleri buluşuyorum onunla. Güzel bakıyor bana. Cüsseli, uzun, ve beni bekliyor, adı Çınar. Ona yürüyorum her Pazar. 6 km uzakta kendisi. O, beni hep aynı yerde bekliyor. Bugün daha çok farkına vardım. Gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Geçen Pazar gidememediğim için trip atıyordu sanki. Bugün ona gönlüm düştü, söz verdim, her Pazar geleceğim dedim. Aslında her gün gidebilirim ona. Hemde hızlı adımlarla. Hatta koşarak.  Böylece mrs sporty'ede gerek kalmaz. Söz verdim Çınar'a. Sana geleceğim, dokunacağım ve sarılacağım dedim. Yürüyüşe çıktığımda ona yürümek farz oldu artık. Çünkü o hep orada ve beni bekliyor. Böyle duygusal bir bağ kurdum Çınar'la. Ağaç deyip geçme okuyucu. Çok kırılırım.. 


************

1 Mayıs... 
Ah o efsane 1 Mayıs. İşte bunuda eskiden Almanya'da çok hissederek yaşardık. Köln'de buluşur kortejler halinde slogan ata ata yürürdük. Gözümüz kulağımız Taksim yürüyüşünde olurdu. Oradan aksi bir haber geldiğinde gece meşaleli yürüyüşe geçerdik. Örgütlü olmanın heyecanı ile desteklemenin heyecanı sarardı. Ne heyecanlı günlerdi o günler! İsviçre'ye yerleştim yıllar sonra. Bitti gitti o günler. İsviçre'de 1 Mayıs her kantonda farklı. Mesela Bern'de tatil değil. Ama Zürich, Basel ve diğer kantonlarda bayram. Bern'de tatil olmamasına rağmen durgun bir gün. Ülke çapında işlem yapılamıyor. Bankalar keza öyle. Güya açıklar. Havale falan yapılamıyor, daha doğrusu yapılıyorda ertesi gün işleme giriyor. Böyle yani bizim 1 Mayıs Bern'de. Yarın işe gitmesemde olur aslında. Belkide gitmem.

**********

AİHM var birde.. 

Hani genelde yazma konusunda, yaşama konusunda bir isteksizlik bir motivasyonsuzluk vardı ya, başlıca sebeplerinden biri referandum sonucuydu. Haksızlığa uğramanın verdiği sonuç. Tarihin en şaibeli referandumu olduğunu herkes biliyor. Onlar bile. Eee, ne yapılabilir? Haksız yenilginin çığlığı ayuka çıktı bizde. Bir şey yapmalı dedik hep. Eşim bugün bireysel olarak bu hileli referandumun iptali için AİHM'e şikayet dilekçesi yollamış. İsviçre'den bir arkadaşımız daha şikayetçi olmuştu bu sürece. Ülkede eğer hukuk işlemiyorsa başka çıkar yol kalmıyor. Keşke yüzde 60-70e karşı yüzde 30-40 evet çıksaydı? O zaman otururduk kıçımızın üstüne. Ama bu öyle bir şey değil. 51/49 nedir ya, hileye hurdaya rağmen. Bence o yüzde 49 bireysel olarak AİHM e gitmeli. Ya herro ya merro bundan böyle. Gerçi o tanımıyor Avrupa'nın kanunlarını artık. Ben yandım, herkes yanacak diyor. Yanacağız evet. Yanarken bir kova ile su taşımaya benziyor bizimkisi biraz. Olsun. Madem yanacağız, onurluca yanalım. En azından yangına bir kova su döktüm diyebiliriz. 

İyiki yazmak istemiyormuşum? Ya yazmak isteseymişim üç ciltli bir kitap çıkarmış herhalde.?? 

Herkesin 1 Mayıs işçi emekçiler bayramını kutluyorum.